31 Mart 2011 Perşembe

Senin adın yazıyordu





























İzmirden Bursaya dönerken rahat bırakmadın beni
belki senin umurunda değildi
hayır ama adın bana yetti

İzmirde yol kenarında büyük bir branda
senin adın yazıyordu
yanına da satılır demişler bırakır okumuşum
acıtır olmuş aslında
mavi ortancaları beyaz hanımelleri dürtmüş
minik bir parmak gibi

Manisa bağırış çağırış!
e sebebi yine sensin
beyaz papatyalar var camda
ve senin adın yazıyordu ana okulunda
çocukların anlamadı tabelaya neden baktığıma


Susurlukta bir lokanta
senin adın yazıyordu camında
niye dedim ne gerek vardı
ya yemekleri cok acıydı ya da umutsuzdu tatlıları

susurluktan sonra bir şey kalmadı
iki adım yolda daha ne vardı
senin adından başka
lades gibi aklımda

28 Mart 2011 Pazartesi

Geçmiş Zaman Olur Ki III




Niye Beşiktaşlı olduk? sorusunun onlarca yanıtından biri. Güzel insan Metin Tekin, seni seviyoruz..

not: videoyu hatırlatan burasikapali.com'a teşekkürler.

21 Mart 2011 Pazartesi

Belki bir gün...
































Meşaleler ısıttı o soğuk havayı

Yer gök kaldırımlar deniz hep griydi
Deniz müzesi hatırlattı bana o maviliği

Dolmabahçe'den geçerken aklımdaydı
Kazandık denen maçlardaki hüsranları

Meşaleler ısıttı o puslu havayı

Beyaz düğündü ya da ilk aşk, siyah saçların ya da ben
Bunun gibi belirsiz orta şut karışımı hediyen

El ele tutuşmuş siyahla beyaz, biri neşeli biri hayalci
Belki de başkasının sevgilisi için gelmiş biri
Aslında okumuştuk gözlerindeki o düşünceyi

Meşaleler ısıttı o lanet havayı

Maviyi hatırlamak kanattı yaramı
Hem de denizin en gri zamanı



19 Mart 2011 Cumartesi

Kaptana mektup



Tayfur kaptan,

Beşiktaş'ımızın son 2 şampiyonluğunda birinde sahada kaptan birinde kenarda antrenör olma onuruyla karşısına çıkıyorsun bu kalleş ortamın. Son 2 şampiyonluğu dediğime bakma sen, benim neslimin hayal meyal hatırlamadığı tek 2 şampiyonluk onlar. Sana bu mektubu yazmayı isteme sebebim, antrenörlükte yapabileceğin hataların sana olan sevgimi körelttiği anda dönüp bunu okumak. Hani Rıza'yı çok sevenlerin bize Anadolu takımı futbolu oynattıktan sonra o kadar da güzel anmamaları durumuna uğrama diye.

Çok efendiydin, Beşiktaş'a yakışırdın, her maça ruhunu koyardın, düz ama temiz oynardın, sahaya baktın mı işte Beşiktaş kaptanı bu dedirtirdin duruşunla Kaptan, bunları herkes bilir de herkesin bilmediği hikayeler vardır herkesin içinde.

2004 Mart'ından bir gündü, senin için belki pek önemli bir gün değildir, hatırlar mısın bile bilmem. Açıp gününü bakmakla uğraşmayacağım internetten ama Pazardı. Yahu gününü bilmiyorsun da haftanın hangi günü olduğunu nerden biliyorsun deme Kaptan. Pazarları mabetten yurda dönmek zordu; maç bitimi aceleyle o yokuşu çıkıp Taksim'de son servise binmezsen biterdin çünkü.

Tepetaklak gidiyoduk o lanet Samsun maçından beri, sahaya kartopu attık diye İnönü'de oynamamız gereken bir önceki maçımızda Kocaeli'ne sürmüşlerdi bizi. Psikolojik olarak tabana vurduğumuz o İstanbulspor maçı hani. O bahsettiğim 2004 Mart'ının Pazarı geldi sonra. Her zamanki yerimde sizi bekledim çıkın diye. Homurtuyla alkış arası bir sesle çıktınız sahaya. Alışmamıştık 2 senedir bu hallere. Şimdilerde 2. ligde olan Elazığspor rakipti, bordo formasıyla.

Maç başladı, biz bağırdık Bordolular attı, biz daha çok bağırdık yine Bordolular attı. Bitmiştik de bu kadar mı bitmiştik yahu? İkinciyi yedikten sonra tam statta homurtular başlayacakken, top ceza yayına yakın bir yerlerde sana geldi. Gelir gelmez içimden geldi, "Vur Kaptan" diye bağırdım, sen beni duymadın ama vurdun; acayip de bir gol oldu. Sen de havaya sıçradın, ben de. Beni tanısan bilirsin, konuşurken bile sesi yüksek çıkan adamım, tribündekiler bana bakıp "Vurdu be" diyorlardı. Bir Mustafa vardı bizim tribünde amigo, hala oralarda mıdır bilmem. Setin üstünden yüzüme baktı, ellerini yumruk yaptı ve güldü. Attığın golle ayağa kalkan takım da, patlamak üzere olan taraftarı güldürdü, 5 attık sonra o gece. Sonrasını sorma o senenin. Seni de baydırmış olsa gerek o sene ki ertesi sezon bıraktın tadında.

Belki sana saçma gelecek ama, ne zaman geriye düşsek aklıma bir sen gelirsin, bir de o maçtan bir önceki seneki Dinamo Kiev maçı hatrına Pancu gelir. Bu seneki oynadığımız Kiev maçlarında ne sen vardın ne Pancu be Kaptan.

Onu anladım da bana bugünden bahset diyeceğini tahmin ediyorum. Bugün Kayseri maçıyla -- muhtemelen bu sezon sona erecek -- bir maceraya başlıyorsun Kaptan. Europa'ya katılmak istiyoruz bunu biliyorsun da, asıl ne istiyoruz onu da biliyorsun. El-14 gol attığında gidip armayı öpmüştü ya. Bizim içimiz gole değil ona cızırdıyor. Gol atınca birbirilerine sarılan, armayı öpen, yenilince beraber yıkılan bir takım istiyoruz.

Bugün soyunma odasında taktiğini verdikten sonra, önce o gıpta ile baktığımız 18 kişiye o formanın değerini, sonra da yenik durumdan geri dönüşlerin o formaya aşıklara sadece futbol keyfi değil hayat aşıladığını anlat.

Bugünlerde hayli yenik durumdayız; vur be Kaptan.

17 Mart 2011 Perşembe

Sev beni diye..
























Teknik ekibimize yeni katılan Kaan Dobra'nın ve kıymetini sonradan anladıklarımızın anısına...

kaan dobra'nın takıma yeni geldiği günlerdi aşkım
off ne alakası var şimdi deyip
dinlememezlik etme, dinle bi kere.
kaan dobra takıma yeni gelmişti.
yalan söylemiyim sanırım antep maçıydı.
maç neredeyse bitmiş.
skor kesindi..
hoca maçın 89. dakikasında oyuna aldı kaan'ı
sahada herkes çok yorgundu.
bi tek kaan, civelek gibi koşuyordu sağa sola.
ben de dahil herkes güler gibi bakıyordu kaan'a.
aa kerize bak aa enerjike bak diye.
ama hoca beğendi kaan'ın performansını
diğer maçta daha çok yer verdi.
bir diğer maçta daha bi çok.
ve bugün kaan dobra, kaan dobraysa
o 89. dakika yüzündendir.
şimdi gelelim sadede.
ben de ilişkimizi kurtarmak için
89. dakikada oyuna girmiş bir oyuncu gibi
koşuyorum, çırpınıyorum.
gör performansımı diye.
sev beni diye...


Umut Sarıkaya - Gör Performansımı

16 Mart 2011 Çarşamba

Beşiktaş Uçurtması































Sigarayı bırakalı altı ay oldu. yedi aylık bir oğlum var, ismini yiğit koydum. bu kahpe dünyada başı dik dursun, beşiktaşlı olsun başka bir şey istemem. geçenlerde babamla arabada gidiyoruz, konu sigaradan açıldı. yaklaşık 4 yıl önce benim de telkinlerimin etkisiyle sigarayı bırakan babam, benim durumumu sordu. “ilk ayı atlatınca alışıyor biraz insan ama bazı durumlar var insan çok zorlanıyor” dedim. cevabımı fırsat bildi, sigarayı ilk bıraktığı zamanlarda yaşadığı gelgitleri anlattı. tekel bayilerin önünden geçişini, sigara içenlerin yüzlerine bakışını…

halbuki benim sıkıntım bambaşkaydı. bazı geceler, uyumak için her şeyin müsait olduğu bir zaman aralığında sıcak yatağımın içinde süzülüp giderken, aniden irkilerek uyanıyorum. her gün kendisini tekrarlayan garip bir müsamerenin baş temsilcisi gibi yavaşça oğlumun yatağının başucuna gidiyorum. bir süre hızla yükselip alçalan göğsünü izlerken yavaş yavaş göğsümün tam ortasında bir yumru oluştuğunu, boğazımın düğümlendiğini hissediyorum. hayatım boyunca tecrübe etmediğim bu duygu, iflah olmaz bir şekilde kendisini tekrar ettirerek beni geceleri yoğun duygulara sevk ediyor. biricik, canım, her şeyim oğlumun başucunda durdukça onu ve ona sağlayacağım geleceği düşündükçe göğsümdeki yumru gittikçe büyüyor, taşa kesiyor. işte bu ağır yükün altında ezilen aciz ruhum, beş metre ötede duran balkonu ve içilecek bir tek sigarayı bana işaret ediyor. ağır bir mücadele sonrası tekrar yatağıma dönüyor ve her gece bitmek bilmez zaferlerime bir yenisini daha buruk bir şekilde haneme ekliyorum…

bu durumu babama anlattığımda bir süre bir şey söylemedi, sonra alakasız bir anda konuştu. “bu” dedi, “babalıktır, baba yüreğidir. üstüne hiçbir demirin ateşi, daha fazla kor veremez. sazlık kenarında pişiyorsun, farkında değilsin” dedi. tokat yemiş gibiydim. çok değil bir yıl öncesine kadar, sadece kendi hayatının gerektirdiği sorumluluğun üzerinde yürürken bir anda bambaşka ve sana muhtaç bir canın sorumluluğunu almanın ne denli önemli olduğunu anladım. ben baba olmuştum ama bunu daha yeni yeni fark ediyordum. işte böyle bir anda aklım yıllar öncesine safranbolu’da bir ormanlık alana gitti, takıldı kaldı…

güneş gazetesi bir pazar sabahı, beşiktaş taraftarına uçurtma hediye etti. tam da gazetenin verildiği gün ben ve ailem safranbolu’da amcama kız istemeye ve söz kesmeye gitmiştik. dedem vefat ettiğinden dolayı ailenin en büyüğü konumuna gelen babam, ağabeylik vazifesinin de vermiş olduğu yükle kızı isteyecek er kişi konumuna yükselmişti. 75 model peugeot arabamızla, mayıs ayının kavruk sıcağını her tarafımızda hissettiren sıcak rüzgarın doğal kliması etkisiyle meşakkatli bir yolculuğa çıktık.

eskişehir’den safranbolu’ya uzanan o uzun yolda çocuk aklımda sadece o uçurtma vardı. plastik çubuklarla bütünleştirilmiş arma şeklindeki naylonun kenarından alacalı pullar saçılıyor, uzun bir kuyruk iniyordu aşağıya. en kallavisinden uçurtma ipini dinlenme tesislerinin birinde kimsenin desteğini almadan ben bağlamıştım. ufak ellerimde tuttuğum iple uçurtmayı sağa sola koşturuyordum ama nafile. olmayan rüzgarın da etkisiyle bütün denemelerim başarısızlıkla sonuçlanıyordu. uzun süren yolculuk sonrası, gecenin kör bir saatinde safranbolu’ya vardık. birbirinin aynısı gibi duran kağıttan evlerin arasından hızla geçip giderek bir tanesinin önünde durduk. o uygunsuz saatte adeta düğün alayı gibi sevinçle karşılandık. kız evine göğsüme sıkı sıkı bastırdığım uçurtmamla girdim, amcamın müstakbel eşinin genç ve güzel kızkardeşinin bütün çabalarına rağmen bir an olsun uçurtmayı elimden bırakmadım. bu komik tablo karşısında dikkatleri üzerime çekmiş olmalıyım ki babam yavaşça yanağımı okşadı. kulağıma eğildi, mutlaka yarın bu uçurtmayı seninle uçuracağız için rahat olsun dedi. inanır mısınız, ben o gece gözümü bile kırpmadım. göklerin sahibi karakartal, çok değil saatler sonra benim elimde göklerde dalgalanacaktı. durmadan rüzgar çıksın diye dua ettim, pencere kenarında duran saksılardaki çiçeklerin hareket edip etmediğini gözledim bütün gece boyunca.

ertesi sabah saat altıda, horozlardan önce uyanıp giyindim. evin bahçesindeki tahtadan bozma eski somyanın üstüne oturup beklemeye başladım. zira dışarıda çok şiddetli olmasa da bir rüzgar vardı ve ben bu rüzgarın durmasını istemiyordum. şanlı kartalımı göklere bir an önce salmak istiyordum. ben sessizce ve sabırla bahçede beklerken evin ahalisi yavaş yavaş uyanmaya başladı, kahvaltı masası kuruldu. babamla göz göze geldik masada. sabırsızlığım artık gözlerime nasıl yansımışsa artık, hızlıca bardağındaki çayı bitirdi ve elimden tuttu. bindik arabaya, başladık safranbolu’nun sokaklarında gitmeye. yaklaşık on dakikalık bir yoldan sonra dümdüz bir yere çıktık. sağımızdaki, solumuzdaki evler birer birer seyrekleşmeye başladı. en sonunda ormanlık bir arazinin kenarına geldik. safranbolu’da mayıs sıcağı yerini bulutlu bir havaya bırakmaya başlamıştı. gökyüzü hafiften griye çalıyordu artık. babam büyük çarşı poşetinin içinden çıkardı uçurtmayı, ucundaki ipi tekrar gözden geçirdi. gergeinleştirdi, sıklaştırdı, pullarını düzleştirdi. işte o anda uçurtmayı, yani karakartalı gökyüzüne yolladı. sabah güneşi yerini kapalı bir havaya bırakırken esmeye başlayan rüzgar, babamın koşturmasına gerek kalmadan süzülmeye başladı. babam hafifçe elindeki ipliği salıvermeye başladı, o ipi saldıkça karakartalım daha da yükseklere çıkmaya başladı. uçurtma göğe yükseldikçe sevinçten çıldırıyordum, o müthiş armanın bulutlara değecek gibi olduğunu hissediyor ve mutlu oluyordum. babam dikkatle uçurtmayı takip ederek beni çağırdı yanına. çok kısa bir süre sonra uçurtmayı ben tutacaktım, kartalın göklerdeki süzülüşünü ben kontrol edecektim. ipi tam elime almak üzereyken o anda milyonda bir yaşanacak bir olay yaşandı, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. yağmurla birlikte etkisini artıran rüzgar birkaç saniye içinde ipi koparttı, uçurtma ters dönerek yolun öbür tarafındaki elektrik tellerine takıldı. elimizde ucu kopuk bir makara ipten başka bir şey kalmamıştı. o yağmurun altında babamla ben hiç konuşmadan en az bir dakika boyunca elektrik tellerinin üzerindeki beşiktaş uçurtmasına baktık. sanırım ikimiz de büyük bir umutla bir mucizenin yaşanmasını bekliyorduk. ama o mucize gerçekleşmedi, o uçurtma o tellerden hiç yere düşmedi. o uzun bekleyişin ardından tükenen ümitlerimizle birlikte arabaya bindik.

babamın yüzü bembeyazdı. elleri sinirden titriyordu, canı müthiş sıkkındı. “hay allah” dedi, “nasıl olur? tam da senin ellerine geçecekken?” o gün ben o çocuk aklımla, yıllar boyunca babamı anlayamadım. neden böyle bir tepki verdiğini, bu üzüntünün nasıl bir sebepten kaynaklandığını çözemedim. işte aradan yıllar geçtikten sonra, babalık duygusunu tadınca her şeyi anladım. evladına verdiği sözü tutmasına rağmen, her şey yolunda gidiyor gibi görünürken bir anda ellerimizden kaçıp giden o uçurtma, babamın vicdanıydı aslında. oğlumu nasıl mutlu ederim, ona nasıl bir gelecek sağlarım diye göğsümdeki yumruları büyüttüğüm o gecelerde yeni gelişmekte olan babalık vicdanımla kendimi yargılarken babamın dürüst adaletiyle karşılaştım. babalık çırpınışının o son haddinde elimizden kayıp giden uçurtmayı aslında hayatımda kaç bin kez tecrübe ettiğimi yeni hatırladım.

son dakikada yenen goller, hakem hataları, ofsayt bayrakları, avrupa faciaları, teşvik primleri, şikeler, 101. yıl faciası, fevzi’nin ıskası, ferrari’nin dirseği, recep’in röveşatası, liverpool hezimeti ve daha niceleri. hepsi ama hepsi elimden kayıp giden, her gittiğinde böğrümü delen beşiktaş uçurtmalarıydı. günlük güneşlik bir gün başlangıcında aniden göğü kaplayan gri bulutlar, bir anda yağan yağmur, şiddetini artıran rüzgar, elektrik telleri…

oğlum inşallah büyüyecek, beraber beşiktaş maçları izleyeceğiz. olur da yine bir uçurtma kayarsa elimizden, ben oğluma ne diyeceğim? uçurtmamızın adı beşiktaş, ben ona mağlubiyet yolunda galip gelmeyi nasıl anlatacağım? göğsümdeki yumrunun en büyüğü budur…

Jokond

2 Mart 2011 Çarşamba

Bırakın Seviyorum

























Tribünlerde bayan taraftar görmeyi tabii ki her uygar futbol seyircisi gibi ben de istedim yıllar boyunca ama sadece tribünde görmek istedim. Bi sarışın kız şekli var, sanırım sonradan boyatılmayla elde ediliyor o sarışınlık. Sanki kuaförde saçını öyle yaptırınca, formayı, özellikle Fenerbahçe formasını zorla giydiriyorlarmış gibi bir sarışınlık bu anlattığım. Top taca çıktığında ve yahut bi oyuncu sakatlandığı zaman ekranda formalı sarışınımız endişeli bi yüz ifadesi ile belirir, kamera bir iki saniye formalı ya da joker şapkalı sarışınımızı gösterir ve biz de bakıp bu sarışına, "hmm güzel kızmış, futbol adına sevindirici bi gelişme" diye içimizden geçiririz. Binlerce çilekeş taraftarın formalı sarışınla olup olabilecek bütün ilişkisi budur. Bir iki saniye bakarız ve sonra unutup onu yeniden Galli teknik adamlarla, Karadeniz ekibiyle ya da sakatlığı geçen siyahîlerle ilgileniriz. Yattara'nın isminin geçtiği her espride ağız dolusu güler, gece hayatına düşkün futbolcular adına telaşlanırız. Bizler sıradan futbol izleyicileriyizdir.

Ben futbolla ve takımımla ilişkimi, yıllar önce Beşiktaş'a entelektüel akımı olduğu sıralarda tekrar gözden geçirdim. "Futbol ve edebiyat", "futbol ve sanat", "futbol ve şiir", "futbol ve sol" diye makaleler okuya okuya hiç gereği yokken camiamdan soğudum, tribünlere küstüm. Biliyorum Futbol'a düzgün izleyiciyi çekmek için amaçlanmış, iyi niyetli bir şeydi bu ama bende beklenen etkiyi yaratmadı be dostlarım. Ne yapayım, sevemedim. Bir türlü futbolla başka şeyleri yan yana yakıştıramadım... Ben futbolu bildiğim gibi seviyordum ki bir de ekstra anlam katmaya ne gerek vardı. Bir şeylerin tadını çıkarmak yerine, onu analiz edip, aşırı anlamlandırmaya başladığı anda masumiyetini yitirmeye başlıyor insan. Zaten binlerce erkek bir kadına ancak formalı sarışına yaklaştığımız kadar bir iki saniye yaklaşabiliyoruz, onlara gösteremediğimiz ya da göstermediğimiz en saf, en içten duyguyu takımlarımıza gösteriyoruz, bari bırakın da bildiğimiz gibi, olduğu gibi sevelim futbolu. Milyonlarca dolar verip Afrika'dan, Brezilya'dan adam getirtip sahalarda koşturuyoruz, kulüp başkanları pimaş gibi kalın puroları yakıp yakıp içiyor... Adnan Polat'ın, Yıldırım Demirören'in, Aziz başkanın yönettiği bir sektörle edebiyatı, sanatı ya da solculuğu nasıl yan yana getirmeyi başardınız ben gerçekten anlamadım. Ben bunun böyle bişey olduğunu, transfer sezonu diye bir şeyin olduğunu bilerek sevmiştim takımımı, öyle kabul etmiştim be abi. Belki çoğunuza göre alıngan ve gereksiz bir çıkış yapıyorum ama bana da hak verin azıcık. Futbol'u sadece futbol olduğu için sorgulamadan sevmiştim yıllar boyunca, şimdi biri çıkıp "futbol aslında sadece futbol değildir" dediği zaman seven bir insan olarak tabii ki alınganlık gösteririm.

Belki de düşündüğünüz gibi saçmalıyorumdur, zaten ilgim azalacaktı da, bu durumu bahane ediyorumdur ama sebebi ne olursa olsun yıllardır gereken ehemmiyeti vermedim camiama. Birkaç derbiyi o da televizyondan izleyip, ertesi gün yorumları minibüste başkasının omzundan okuyarak normal hayatıma devam ettim.
Bi gün kalkarsınız ve eski kız arkadaşınızın haftalardır aklınıza hiç gelmediğini fark edersiniz, "unutabilmişim" diye buruk bi şekilde sevinirsiniz. İşte Futbol'un aylardır hiç aklıma gelmediğini de o gün maç çıkışı trafiğe takılınca anladım. Dolmuştaki bir sürü insanla beraber yolda durmuş, trafiğin açılmasını beklerken biryandan da Dolmabahçe'nin önünde yürüyen taraftarları izliyordum. Birden O'nu gördüm. Sırtında "Mert Nobre" yazan bir formayla, sevgilisinin elinden tutmuş yürüyordu. İki kaybettiğim şey, futbol ve o, yani bütün geçmişim şimdi başkasının elinden tutmuş mutlu mesut ağaçlar altında yürüyordu. Geçmişimi elinde tutan adam ise ondan daha mutluydu, ellerini geçmişimin belinde gezdirerek gelecek planları yapıyordu belli ki. Belki de ciddi filan düşünmüyordur, sadece tadını çıkarıyordur, oynuyordur onla. Ayrılırken ne kadar "umarım hep mutlu olursun" dese de insan, yine de mutlu olmasını istemiyor. Biz yokken kahrolsun, mahvolsun, gün yüzü görmesin istiyor. Biz biri için geçmişte kalmışsak, mutluluk, güzel günler de bizle beraber geçmişte kalsın istiyoruz. Biz çok önemliyiz ya, biz yoksak hiçbir şey de olmasın istiyoruz.
Ama öyle olmamıştı. Futbol da, Beşiktaş da, O da ben yokken dur durak bilmemişti, doludizgin ilerlemişti. Beşiktaş benim gibi üçüncü şahısların ilgisine muhtaç olmayan büyük şanlı bir spor kulübüydü. Kartal, yoluna emin adımlarla ilerliyor, kupaları leblebi gibi topluyordu. Alt yapıdan yetişen yeni yetenekler ben olmasam bile hocadan tam not alıyordu. O da ben yokken seviniyor, üzülüyor, hatta bir başkası için ağlıyordu. Ne Beşiktaş'ın, ne O'nun, ne de hiçbir şeyin üzerinde zerre etkimin olmadığını o gün çok iyi anlamıştım. İnsan olarak şu dünyada yaptığımız tek şey bir şeylerin veya birilerinin yanında belli bi süre bulunmak ya da bulunmamak. Başka bir şey değil. Aslında hiçbir şeyi, hiç kimseyi etkileyemediğimiz gerçeğini nedense bir türlü kabul edemiyoruz. Hayat boyunca yaptığımız her şeyi anlamlandırmaya çalışıyoruz. Aslında sadece olması gereken oluyor, bize doğru veya yanlış gelmesi olmayacak anlamına gelmiyor ne yazık ki.
Zaten ilerlemeyen dolmuşta insanlar, sıcaktan ve beklemekten oldukça sıkılmış, oflayıp, pufluyordu. Ben ise gözlerimi O'na ve sevgilisine dikmiş izliyordum. Giderek gözden kaybolmak üzereydiler. Birden dolmuşun otomatik kapısı açıldı. Zaten geçmişimle hesaplaşmışım, şu an nerede olduğumu unutmuşum, kapı açılınca geldik zannedip atlamak için hamle yaptım. Tek ayağım kaldırıma basmışken dolmuş birden hareket etti. Tek ayağımla kaldırımda seke seke dolmuşla beraber hareket ederken şoförün "birader, inmiyoruz, inmiyoruz. Çok sıcak oldu diye açtım. İnmiyoruz" diye bana bağırdığını işittim. Bu andan itibaren minibüste kalamazdım. Bi şekilde inmem lazımdı. Kalırsam "demek bu dolmuşun geri zekâlısı da bu adammış" bakışlarına maruz kalacaktım yol boyunca. Zaten duygu dünyam karman çormandı, bir de bu baskıyı çekemezdim. Gittikçe hızlanan dolmuşun kapısından tuttuğum ellerimi bir anda bırakıp kendimi kaldırıma attım. Artık ne olacaksa olsundu. Biraz tökezledikten sonra düşmemek için minibüs istikametinde koşmaya başladım. Giden minibüsle belli bi istikamet boyunca bağıl hızda koşmaya başladım.

İnsanlar hiçbir zaman mutlak bir duyguyu sonuna kadar yaşamazlar. Yani çok aşık biri sevgilisini aldatabilir, ya da ayrıldığı için çok mutsuz biri bi arkadaşının anlattığı bir şeye çok gülebilir. Buna şaşırmamak gerekir. Hissedilen duygular anlıktır, bütün güne yayılmaz. Yayılsa zaten hayat çekilmez. Yayılmaması normaldir yani. İşte ben de dolmuşta bir yandan geçmişimle hesaplaşırken, br yandan da yanımdaki kızı ara ara kesip onla kısa vadeli gelecek planları kuruyordum. Ben minibüsün yanında koşarken minibüstekilerle beraber, sabahtan beri bakıştığım kız da bana şaşkınlıkla bakıyordu. Allahtan minibüs trafikte tekrar yavaşladı da üzerinde gelecek planları kurduğum kız geride kaldı. Yoksa gözden kaybolana kadar durmaya niyetim yoktu.
Koşuyordum. Geleceğimi geride bırakmış, anlamsızca, sadece gözden kaybolmak için koşuyordum. İlerde küçük bir taraftar grubu kümelenmiş mini bir kutlama yapıyorlardı kaldırımda. Üzerlerine doğru kendimi durduramadan koşuyordum. Sanki onlara doğru koşuyormuşum görüntüsü vermek için, ellerimi pençe gibi yapıp havaya kaldırarak, "kartal gol gol gol, kartal gol gol gol" diye bağırmaya başladım. Beni hemen bağırlarına bastılar. "Kim lan bu kutik durduk yere geldi" diye düşünmesinler diye pençe yapıp koşarak yükselttiğim tempoyu ayakta tutmak için hemen ardı sıra üçlüye başladım. Mini taraftar kitlesi coştukça coşuyor, gitgide büyüyordu. Yıllar sonra tekrar taraftarın göbeğindeydim, duyamıyorum dercesine şımarıkça elimi kulağıma götürüp daha çok bağırmalarını sağlıyordum. Biri hemen elime bira tutuşturdu, beni yüksek bi yere çıkardı ve boynuma bi atkı astı. Ne olduğunu anlamadan geçmişimin bir kısmıyla kucaklaşmıştım. Sonra O ve geleceğini planladığı çocuk geldi. O her formalı sarışın gibi çok güzeldi, çocuk ise çok mutlu. Ben tekrar geçmişimin göbeğinde durmuş bağırıyor, bağırtıyordum. Az önce üzerinde gelecek planları yaptığım kız ise gürültümüzden rahatsız olmuş ve korkmuş bir şekilde iskeleye doğru ilerliyordu. Elimi şımarıkça kulağıma götürdüm.

Umut Sarıkaya