15 Aralık 2011 Perşembe

Estabilidade
























Trabzonspor maçı sonrası bir dahaki yazı için açıkcası dün akşam oynanan Stoke City maçını bekleme kararı almıştım bir çok tedirginlikle beraber. Zira önümüzde üçü deplasmanda olmak üzere 5 tane sıkı maç vardı ve bu maçların ikisi Avrupa Ligindeki kaderimizi belirleyecekti. Daha önce de bahsettiğim gibi play-off sistemi nedeniyle bu sıkışık takvim içinde lig maçlarında yaşanabilecek kayıplar bana çok bir şey ifade etmediği için bu tedirginliklerin büyük çoğunluğunu Avrupa Ligi maçları oluşturuyordu.

Bizi bekleyen tablo ürkütücüydü; saha kapatma cezamız sonucu bir nevi deplasmanda oynadığımız Orduspor maçını da sayarsak sırasıyla Maccabi Tel Aviv, Orduspor ve Manisaspor deplasmanlarından sonra İBB ve Stoke City maçlarına çıkacaktık ve Trabzonspor maçının son çeyreğinde fizik olarak ciddi sıkıntı sinyalleri veren takım bu ağır fikstürde ne yapabilir tedirginliğini yaşıyorduk. Bu gün 15 Aralık 2011 ve bu yazıyı tahminimin çok üzerinde bir mutluluk duygusuyla yazıyorum. İki avrupa kupası maçı kazanılmış, grup lideri olarak Stoke city ve Dinamo Kiev gibi
kalburüstü takımlar ekarte edilerek birinci torbaya eklenmiş olarak son 32 eşleşmesini bekliyoruz. Ligde ise alınabilecek potansiyel dokuz puanın yedisi alınarak lider ile puan farkını üçte tutup onbeşinci haftayı kapatmışız.

Bu tartışmasız bir başarıdır ve uzun bir aradan sonra Beşiktaşlıları salt futbol düşünmeye sevk edici bir güzelliktir. Yazının esas amacı olan başarının nedenleri ve en önemlisi sürdürülebilir olup olmadığı konusunun irdelenmesine geçmeden önce rüya gibi geçen bu beş maçlık seriyi kısaca anımsamak lazım:

Maccabi tel Aviv: Q7'nin mucizevi son dakika golü dışında bu maçta aklımızda kalan tek şey Hilbert'in takım için ne kadar kritik bir oyuncu olduğuydu. Sanki Trabzonspor maçında doksan dakika sahada kalmamış gibi diri ve tüm ikili mücadelelerde ayakta kalan isimdi. Bizim adımıza tek olumsuz konu İBB maçında da yaşadığımız ve benim adını "Gençlerbirliği Sendromu" koyduğum öne geçilen maçı kopartamayıştı. Bunda oyuncu değişikliklerinde sezon başından beri konuştuğumuz geç kalmanın etkisi de vardı. Q7'nin sıradışı performansı olmasa belki de bu seri daha başlamadan bitecekti. Sevindirici diğer gelişme de Q7'nin bir takım kaptanı gibi davranmaya başlaması, sorumluluk alması ve hırsını-öfkesini kontrol altında tutup üzerine oynanmasına rağmen kırmızı kart tuzağına düşmeden maçı bitirmesiydi.

Orduspor: Stoke City maçının provasını yaşadığımız bir maçmış aslında geriye dönüp baktığımızda. Simao ve Q7'nin eksikliğinde Veli ve Holosko'nun ofansif yetersizliğini yaşadığımız bir maç oldu. Sevindirici gelişme Necip'in altı hafta öngörülen sakatlığından üç hafta sonunda gayet iyi bir şekilde dönmesi oldu ki bu seride kendisinin de büyük katkısı vardır. Fernandes'in iyice "bu takımın patronu benim" mesajını verdiği ilk maç olarak hatırlayağımız bu karşılaşmada kendisi duran top ustalığını çok net gösterdi ve harika bir gol attırdı. Takım savunmasında yine üzerine koyarak ilerlediğimiz halde ofans olarak orta sahamızın Fernandes dışında yine efektif olamadığını gördük.

Manisaspor: Puan kaybı beklenilmesine karşın bu kadar rahat kazandığımız bir başka maç hatırlamıyorum bu sene. Bu maça kadar ligin en az gol yiyien ve düzgün bir takım savunma modeli ortaya koyan Manisaspor'a deplasmanda dört gol atmak büyük sürpriz oldu. Mustafa Pektemek'in Ryan Giggsvari golü ne kadar doğru bir transfer olduğunu bir kez daha gösterdi. En büyük hadise belki de Q7'nin sakatlığı oldu ve maç sonu gelen 3-4 hafta sahalardan uzak kalacak raporu İBB maçının stres seviyesini bir kat daha arttırdı.

İBB: Beklenen oldu ve Q7'nin yokluğu ve Stoke City tedirginliği ile zihinsel olarak maça zayıf çıkan takım yine Gençlerbirliği Sendromuna yakalanıp içeride iki puanı bıraktı. Şahsen aklım ve kalbim deli gibi Stoke City maçıyla meşgul olduğu için bu maça dair hiç bir şey kalmadı bende.

Stoke City: Dananın kuyruğunun Simao'suz ve Q7'siz koptuğu maç! Bu maça ayrı bir yazı yazmak lazım zira çok fazla şifre barındırıyor içerisinde. Yoğun maç tempsosu ve şike skandalında gelinen tahliyeler noktası ile fiziksel ve zihinsel olarak allak pullak bi durumda olan takımın tırnaklarıyla kazıyarak aldığı galibiyet. Fuller'in şans golü
ve ardından Egemen'in geri pası ile yaşanan klasik "Beşiktaş Cenabetliği" ile kalp krizi geçirme eşiğinden, halıda diz üstü Mourinho kayışı yapmaya varan büyülü süreç.

Ben düşünürken, yazarken yoruldum, bu çocuklar oynarken yorulmadılar ve bizlere bu sevinci yaşattılar. Herhalde ödül olarak en fazla istedikleri şey kısa bir tatildir ama maalesef bu pazar Samsunspor maçımız var. Peki sezon başında kaosun eşiğindeki takım nasıl oldu da bu performansı gösterdi? Tesadüf mü yoksa bilinçli bir ilerlemenin ürünü mü? Öncelikle şunu söyliyeyim ki karıştırdığımız düşünülmesin; Kulüp ve camia olarak hala büyük bir kaosun içindeyiz, her şey güllük gülistanlık değil ve bunun başını mevcut yönetimin ekonomik felaketleri çekiyor. Burada bahsettiğim sadece bu işin belki de dörtte birini oluşturan futbol takımımız. Benim Beşiktaş kulübü ve camiası adına düşüncelerim dört sezondur aynı ve git gide karamsarlaşıyor bunu unutmayalım.

"Estabilidade" (eğer google beni yenıltmıyorsa); kararlılık, istikrar ve denge anlamlarını alabileceğimiz Portekizce bir kelime. Yıllardır Premier Lig klüplerine bakıp, Alex Ferguson, Arsene Wenger hikayelerine öykünüp rüyasını kurduğumuz terim. Biz bunu teknik direktör anlamında olmasa da kadro yapısı ve sistemi olarak ufak ufak
dillendirmeye başlıyoruz.
Evet; bu takımın artık bir şablonu var, bu takımın artık bir omurgası var. Bu takımda bir birini tanıyan, kimin ne zaman ne yapacağını anlamaya çalışan bir oyuncu grubu var. Bu takımda artık elini taşın altına koyan, arkadaşının çaresizliğini onun yüzüne vurmak yerine, arkadaşına yardımcı olmaya çalışan isimler var. Artık sahada joga
bonito'culuk oynamaya çalışan atletler yerine bir takım olmak için çabalayan yenetekli futbolcular var. Hatalarından ders çıkaran, kibire teslim olmadan çalışarak bir şeyler ispatlamaya çalışan hırslı ve öğrenmeye açık bir teknik ekip var. Bu teknik ekip ve oyuncu grubu çok kritik bazı müdahaleler ile takımı bu seviyeye taşıdılar:

* Beşiktaşın artık gerçek "bek"leri var: ismail ve Hilbert'in eksik olduğu çok konu olabilir ama bir bekten beklenen eşit oranda defans-ofans katkısını yıllardan beri iki kanattan bir arada görememiştik. Bu iki isim büyük bir disiplin içinde sade oyunlarıyla takımın hücumcularına +1 +2 olarak eklenirken geri dönüşlerde hiç
şikayet etmeden ileri üçlünün açıklarını kapatıyorlar.

* Beşiktaş artık "on numara" esaretinden kurtuldu: Burada lafımın Guti Hazretlerine gittiği düşünülmesin, haşa! Burada anlatılmak istenilen; galibiyet için bir maestro ya da bir "on numara"ya muhtaç olunduğunu düşünen zihniyetin yanılgısıdır. Bizim artık NEF'imiz var! Necip-Ernst-Fernandes üçlüsü hep hayalini kurduğumuz Box-to-Box
orta saha olgusunun Beşiktaş şubesi oldu. Skora katkıları hala ciddi derecede az olsa da son beş maçlık seride Fernandes önderliğindeki kıpırdanma ilerisi için umut vaadediyor.

* Beşiktaşın artık bir omurgası var: Omurganın başlangıcı, belki de en kritik noktası stoperlerimiz artık uyumlular. Orta sahamızda kuvvetli bir blok oluştu ve ileri uçta Mustafa Pektemek esnek futbolcu karakteristiği ile merkez ya da uzak forvet görevlerini yerine getirebiliyor. Sivok-Ernst-Fernandes-Mustafa omurgası yıllardır
özlemini duyduğumuz Ronaldo-Giunti-İlhan Mansız omurgası ile beraber anılır oldu.

Bu olumlu gelişmeler üzerine bir de beklentimiz olan kaliteli isimlerimizin sakatlıktan dönüp form tutmaları halinde (Simao-Q7-Bebe-Ersan) daha da iyi bir takım olma ihtimalimiz çok kuvvetli. Cuma günü çok kritik bir gün. Güzel bir eşleşme ve ilk torbada olmanın avantajı ile deplasmanda oynanacak ilk maçtan iyi bir skor alınması ile son 16'ya kalmamız harika bir gelişme olur.

Şimdi geriye tek bir durum kaliyor: kendi ayağımıza kurşun sıkmak! Beşiktaş camiası bunu çok sever, belirli periyodlarda işler iyi giderken tekere çomak sokacak birileri her zaman bulunur. Şimdiki mevzu belli: Tayfur hoca ne olacak? Medya ellerini ovalayıp bekliyor "vefa" üzerinden mazlum edebiyatı yapıp manşet atmak için. Sağolsun yönetim kurulumuzdan isimler de yangına körükle gidiyorlar son günlerdeki demeçleriyle. Tayfur Hoca konusu ayrı; bu konuyla ilgili dava neticesinde konuşmak istiyorum ama Carvalhal-Tayfur denklemindeki görüşüm çok net: Şu an Tayfur Hoca'yı tutup Carvalhal'in üzerine getirmek çok saçma bir uygulama. Önümüzdeki sezon için aklıma yatan uygulama ise (bakın devre arası bile demiyorum sezon sonu, zira bu sezonun sonunu Carvalhal getirmeli) zamanında yaklaşık yedi sezon boyunca İsveç milli takımını idare eden Tommy Söderberg - Lars Lagerback formülü. Bu ikili isveç milli takımında kendilerini kuvvetli hissetikleri alanları aralarıda paylaşarak eşit yetki ile bir yönetim sergilediler. Bu iki düşük profilli hocanın başarıyla yürüttüğü sistemi benzer profillerdeki Tayfur ve Carvalhal için de düşünebiliriz. Umarız Beşiktaş; önümüzdeki dönemde böyle suni sorunlar ile uğraşmak yerine öncelikle takımın bu seviyesi koruyup sonra bir üst basamağa çıkartacak formüller üzerine meşgul olur ve daha güzel günler görürüz!

28 Kasım 2011 Pazartesi

yenilsen de yensen de

























Trabzonspor maçını geride bıraktık ve son yazımızda belirttiğimiz bu periyodun en kritik maçı olan Maccabi maçını beklemeye başladık. Trabzon maçını kaybedebilirdik de çok önemli değil. Olumlu-olumsuz belirttiğimiz durumlardan olumlu olanların belli bir ivme ile devam ettiğini gördük ve sevindik.Olumsuz tarafların da hala çözülemediğini görmeye devam ediyoruz ama bu konulara şimdi girmek istemiyorum zira daha önce dediğim gibi olumlu-olumsuz tartısını yapabilmek için bir süre tanıyıp onun sonunda toptan bir değerlendirme yapmak istiyorum. Trabzon maçında beni düşündüren ve buraya yazmaya yönlendiren asıl konuma geçmeden önce bende artık bir takıntı haline gelen Fernandes konusuna kısaca değinmek istiyorum. Trabzon maçında ilk onbirde başlamasına sevinmek istiyoruz ve 5 hafta aradan sonra bulduğu bu şansın sadece sakatlar ve eksikler listesinin kabarık olması nedeniyle gelmediğini düşünmek istiyoruz. Eğer bu nedenle oynadıysa ve Aurelio ile Necip'in geri dönüşleri sonucu onu yine unutacaksak vay halimize. Maç eksiğine ve eski performanslarını aratır görünümüne rağmen sahadaki varlığının tüm takım arkadaşlarını rahatlattığı dün de çok belli oldu. Önümüzdeki haftalarda Fernandes meselesinin boyutunu daha iyi anlayabiliriz umarım.

Gelelim başlığa ve üstteki görsel!*de yer alan iki arkadaşın hikayesine. Ortada bonservisinin yarısı için 3 milyon avro'ya anlaşılmış ve Trabzonspor maçına dek bir dakika bile sahada yer almamış bir yatırım! var. Bu oyuncu beraberinde bir çok tartışma getirdi ve haklı olarak çok tepki çekti. Olaya bir çok açıdan bakabilirsiniz: Mendes'in kazığı desek haksız olur muyuz? Madem yatırımdı bu adamın A2 liginde mi pişmesini bekliyorsunuz niye kiraya verilmedi ve lig tecrübesi kazanması sağlanmadı diyemez miyiz? Bu arada 23 ekim 2011 tarihiyle sadece iki A2 maçına çıkıp 148 dakika sahada kaldığını da söyleyelim ki A2 liginde de pişilir denilmesin!
İşin biraz daha mide bulandırıcı kısımlarına girip oyuncu hakkında çıkan "aslında Atletico Madrid oyuncusu değildi, sadece Beşiktaş'a imza atana kadar kağıt üstünde Madrid oyuncusu gibi gösterildi" iddiasını kulübün yalanlamamasına ne demeli? İsteyen dönemin Atletico Madrid alt yapı hocasının konuyla ilgili açıklamalarını ve Alves'in takımında olmadığını beyan ettiği konuşmasına göz atabilir.** Velhasıl şu ana kadar bu transferin hiç bir mantıklı yönünü bulamıyorum. Bu yazıyı yazmak için de düne kadar bekledim zira bu adamın as takımda yer alıp
almayacağını merak ediyordum. Hoca sağolsun bu merakımı haftalar sonra giderdi ve dün Quaresme yerine kendisi oyuna dahil oldu oyunun bittiği! anlarda. Şimdi anlıyoruz ki A2 takımda bile düzenli forma giyemeyen bir adam bizim as takımımızda oyunun sonlarında sahaya sürülerek gelecek için hazırlanıyor! Uğraştığımız şeyleri düşününce gerçekten üzülüyorum.

Onur Bayramoğlu'nu hatırlar mısınız? Schuster döneminin Necip ile birlikte en güzel hatıralarından, Bozüyükspor'dan bize kazandırılan 1990 doğumlu genç bir ortasaha oyuncusu. İlk başlarda A2 takımında kendisine yer bulan fakat geçen sezon lig ya da kupada olsun 11 kere as takımda forma şansı yakalayıp bu şansı oldukça iyi değerlendiren bir oyuncu. Orta sahamızda hep görmeyi istediğimiz oyunun iki yönünde de çabalayan, düzgün bir fiziğe sahip, sakin, kontrollü ve öğrenmeye açık bir isim. Bu sene Portekiz alameti farikaları nedeniyle A2'ye mahkum oldu. Son oynanan Denizli maçında sakatlığı nedeniyle oynayamadı ama ondan önce deplasmanda 2-4 aldığımız Manisa maçında sahadaydı kendisi. Trabzonspor maçında sakat olmasa yine de kadroya giremeyecekti bu aşikar zira bu sene yanılmıyorsam hiç kadroya giremedi.

Dünkü koşullarda, o maça ortasahada İbrahim Toraman ve sağ açıkta Ekrem Dağ olmadan çıkabilmek Güven Özveri ve Tecrübe kombosu isterdi ki buna sahip nice büyük hocaların şu ana kadar ülkemizde neler yaşadıklarını çok iyi biliyoruz. Bu yazıdaki eleştirim Carvalhal'e değil aslında bize, skor taraftarlarına ve bu kültür içinde böyle gelmiş böyle gider boyunduruğunu kıramayan tüm birimlere. Bu yazının amacı; buralarda hala dünkü maç kalibresindeki maçlara orta sahada Onur Bayramoğulları, sağ açıkta ya da orta üçlünün sağında Burak Kaplanlarla çıkılıp alınan yenilgilerden, en az Toraman-Ekrem ile çıkılıp kazanılan maçlarda alınacak galibiyetlerin mutluluğunu yaşabilecek insanlar olduğunu göstermektir. Evet Toraman tercihi dün bir çok noktada işe yaradı, Ekrem tercihi de belki bizim göremediğimiz faydaları getirmiştir ama ister futbol dilencisi diyin ister amatör romantik diye adlandırın biz ilkeli-sistemli bir yönetim anlayışı ile desteklenen çağdaş bir teknik ekibin çalıştırdığı ve iliklerine kadar güzel futbolu benimsemiş bir takımın doğru oyuncularla doğru oyunu oynayıp kaybettiği maçlardan sonra avazımız çıktığı kadar "yenilsen de yensen de taraftarın seninle!" tezahüratı yapacağımız günlerin hayali ile yaşıyoruz.

*ege sezen duy sesimizi görsel yap ulan :P
**http://acetobalsamico.blogspot.com/2011/09/atletico-madridli-alves.html

21 Kasım 2011 Pazartesi

bir ışık var ama...





























Son analizimiz üzerinden oldukça fazla zaman geçti. Şahsen her maç sonrası takım üzerine yorum yapmaktansa belli bir periyotta sırasıyla izlediğimiz maçların bende bıraktığı izlenimleri üzerine yazmayı daha doğru buluyorum. Bu nedenle son dönemde izlediğimiz Dinamo Kiev, Fenerbahçe, Gençlerbirliği ve Galatasaray maçlarına bakarak rahatlıkla söyleyebilirim ki takımın olumlu ve olumsuz yönleri artık bir karakter göstermeye başladı ve daha ölçümlenebilir oldu.

Elinizde Simao, Q7 ve Almeida gibi oyuncular var ve bunları gerek kalitelerinin size vaadettikleri gerekse taraftar ve kamuoyu baskısı nedeniyle oynatmak durumundasınız. Ne kadar doğru olduğu tartışılır ve hatta bir avantaj olduğu bile öne sürülebilir ama sanırım bu üç oyuncunun ilk onbirde oynama tercihi aslında diziliş ve oyuncu tercihleri konusunda hocanın işini oldukça kolaylaştırıyor. Sadece dün oynanan Galatasaray maçını düşünmeyelim, yukarıda belirttiğimiz dört maçı hatırlayarak bu konuyu biraz açalım.

Ernst-Necip-Fernandes bu takımda olduğu günden beri; bu üçlünün bariz form düşüklükleri ve sakatlıkları olmadığı dönemlerde banko ilk onbir oynamaları gerektiğini söylüyoruz. Bu üçlüyü son dönemlerde çeşitli sebeplerden ötürü bir arada göremedik (Necibin formsuzluğu nedeniyle Aurelio'nun tercih edilmesi ya da Fernandes'in disiplin problemi nedeniyle Veli'nin tercih edilmesi). Yerlerine oynayan oyuncular ellerinden geldiği kadar verimli olmaya çalıştılar bunu inkar edemeyiz ama eksik olan şeyler o kadar bariz ki formda bir şekilde bu üçlüyü bir araya getirmeye mecburuz!

Biraz da öndeki grubun defansif yetersizliği nedeniyle oynamasını savunduğumuz bu grubun yerine oynayanlarla elde edilen yeni şekli (Ernst-Veli-Aurelio) takım savunmasında şu ana kadar bariz bir şekilde sırıtmadı, hatta beklentimin üzerine çıktılar ve oldukça iyi bir performans gösterdiler. Hep şikayet ettiğimiz, defans ve ortasaha koordinasyonunu sağlayamayan, kerhen top kovalayan orta saha gitti, yerine çağdaş muadillerinin katkısı sağlamaya çalışan akıllı, kontrollü ve dengeli bir grup geldi. Fakat bu grubun çabaları daha önce bahsettiğimiz çok ağır yükün sadece defansif kısmında işe yaradı. Öndeki üçlü tabir ettiğimiz Portekiz tayfasının skor üretmedeki kronik sorununun, arkasındaki üçlünün ileri kat etmeleri, verkaçlarla rakip savunma bloğunu delmeleri ve uzaktan şutları ile çözüleceği artık daha da bariz bir şekilde önümüzde.
Sürekli kanatlara açılan, gerek çalımlarla adam eksiltip çizgiye inmeyi düşünen, gerek daha uzak mesafeden ortalarla Almeida'yı beslemeye çalışan Q7 ve Simao ikilisine orta üçlümüzden koşularla destek gelmediği sürece şu güzel ortamın meyvelerini almamız imkansız. Şu güzel ortamın derken kast ettiğimiz ise bir başka olumlu gelişme: beklerin oyuna katkısı.

Evet, yıllarca yakındığımız, uğruna besteler yaptığımız "bek sorunsalı" konusunda oldukça ilerleme kaydetmiş durumdayız. İsmail ve Hilbert oyunun iki yönünde de yıllardan beri göremediğimiz performanslar sergilemeye başladılar ve şu an öndeki üçlünün orta üçlüden destek alamadığı bu oyun yapısında en büyük destekçi durumundalar. Bu iki bek oyuncusunun eksiklerini bilmekle beraber onları geliştimeye çalışıp üzerlerinde ısrarla durup devamlı oynamalarını sağlamak teknik ekibin en büyük ödevlerinden biridir bence.

Sağlam stoperleri, ofans ve defansta katkı yapan bekleri, akıllı oynadıkları, kişisel ihtiraslardan sıyrıldıkları anda ölümcül olabilen ileri üçlüsüyle beraber takımın kalbi ve beyni olacak orta üçlüyü de bir araya getirebildiğimiz anda oldukça dengeli ve tehlikeli bir takım olacağımız aşikar ancak bu yapıya kavuşmamız için acilen çözmemiz gereken sorunlar var! Yazıyı sonlandırırken bunları değerlendirelim:

* Takımın fizik kalitesi sezon başından beri bir arpa boyu ilerleyemedi! Şu an Sivok-İsmail-Egemen-Hilbert dışında doksan dakikanın tamamında aynı performansı sergileyebilecek oyuncularımız yok. Maalesef Ernst dahil bir çok oyuncu ikinci yarının son çeyreğinden itibaren beyin ve ayak koordinasyonlarını bu fiziksel handikap nedeniyle kaybediyorlar ve Beşiktaş erken gol bulüp rahatlayamadığı bir çok maçta (Gençlerbirliği maçı hariç) oyunun son anlarında rakibi öldürecek posizyonlara giremiyor.

* Dün oyuna girdikten sonra çok kısa sürede yaptıklarıyla beni umutlandıran Necip sakatlık nedeniyle aramızda olamayacak ve bu ideal üçlümüze uzun bir süre daha ulaşamayacağız anlamına geliyor.

* Necip'in de yokluğuna bir de Fernandes'in durumu eklenirse takımda orta vadede hiç bir şey değişmeyecekmiş gibi gözüküyor. Maalesef bu konu hakkında yeteri kadar bilgi sahibi değiliz, o nedenle Fernandes'in disiplin sorunları nedeniyle takıma alınmamasında Hoca'nın tutumunu değerlendiremiyoruz. Benim bildiğim tek bir şey var o da şu an bu adamı oynatmaya mecburuz. Beşiktaş tarihinde sorunlu oyuncular ve onların takıma kazandırılmaları hikayelerinden kitap yazılır. Birilerinin bunu Carvalhal'e anlatması lazım. Fernandes adam öldürmedi ya da Beşiktaş bayrağı yakmadı. Bu adamın suçu neyse cezası belirlensin, uygulansın ve artık takıma kazandırılsın. Son maçlardaki "duran top" facialarını gördükçe içim sızlıyor. Kornerlerde Simao hala akıl almaz işler yapıyor. Kanatlara yakın bir noktadan kullanılan duran topları kaleci antrenmanı modunda değerlendiriyoruz. Fernandes'in orta saha liderliği yanında bu vasıfları da düşünülünce kıymeti daha iyi anlaşılıyor.

* Bebe'nin uzun süreli yokluğu ve Edu ile Mehmet Akyüz'ün kalibreleri düşünülünce şu an elimizde Almeida ve Mustafa'dan başka ileri uç oyuncusu yok (Holosko'nun her bir hücresi bu pozisyonda oynamayı reddediyor). Mustafa benim inandığım bir oyuncu ama Romario seviyesinde bitiriciliği ya da Baba Ronaldo seviyesinde bir yeteneği olmadığı sürece Anadolu'dan gelen genç bir oyuncunun ilk sezonunda bu takımda kalıcı olabilmesinin tek bir yolu var: fiziksel mücadelenin dibine vurmak. Sadece son iki maça bakarak söylüyorum, Mustafa şu an kendinden beklenen diriliği ve mücadeleyi sahaya yansıtamıyor. Gençlerbirliği maçında kaçırdığı gibi kritik pozisyonları da kaçırmaya devam ederse Beşiktaş serüveni tehlikeye girer, daha da kötüsü kadromuzun hücumdaki alternatiflerini tüketir.

Tünelin sonunda bir ışık var gibi. Aralık ayında Maccabi deplasmanında alıncak bir üç puan bu ışığı iyice belirgin bir hale sokar. Şu ana kadar ligde yaşanılan puan kayıpları yeni oyuncağımız play-off sistemi düşünülünce çok kritik seviyelerde değil ve bu Carvalhal'in en büyük avantajı. Ancak yazının sonunda belirttiğimiz handikapları düzeltemediğimiz sürece bu takım yine iyi oynuyormuş gibi gözüktüğü maçlardan istediğini alamadan ayrılmaya devam edecek.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Bir Efsane...





















Hakan Peker'den gelsin: bir efsaneydi senle beraber olmak...

16 Ekim 2011 Pazar

Carvalhal'ı anlamak...

















Güntekin Onay ve Rıdvan Dilmen'in sunduğu 100% Futbol programının bu günkü konuğu hocamız Carlos Carvalhaldı ve sanırım bu program vesilesi ile bir çok Beşiktaş taraftarı hocamız hakkında ilk defa bu kadar çok fikir edinebilme şansı buldu. Şahsen her zaman Bernd Schuster ya da Vicente Del Bosque gibi büyük kariyerli ve egosu yüksek hocalardansa Hans Peter Briegel ve Mustafa Denizli gibi daha düşük profilli sayabileceğimiz hocaları takımımızın başında görmeyi tercih eden biriyim. Takımın başına "Büyük hoca" getirmenin şu ana kadar gördüğüm tek artısı takıma katılması muhtemel kariyerli yabancıların ikna sürecinde çok büyük artılarının olmasıdır (bkz. Rijkaard, Schuster vb.). Şahsen Carvalhal'ı da düşük profilli hoca tercihi olarak algılayıp hele ki kağıt üzerinde Tayfur hocanın yardımcısı olarak konumlardırdığımızda benim için sezon başı itibariyle bir sorun yoktu. Futbol üzerine akademik kariyer yapmış, Portekizde ciddi hocalık tecrübesi olan, düzgün bir kişiliği olduğunu gözlemlediğimiz bu "düşük profilli" hocanın bu noktada doğru tercih olduğunu düşünüyordum (takımdaki portekizli enflasyonunu da göz önünde bulundurunca). Şu anda hala kendisi hakkında negatif bir hüküm vermiş değilim ancak bu akşamki program ve yorumlarından çıkarttıklarım Beşiktaş kariyeri için umutlu olmamın yersiz olabileceğini gösteren şeylerdi ne yazık ki.

Madde madde, programda sorulan sorular üzerinden hocanın değindiği konulara ve bunlara yaklaşımına bakacak olursak dikkatimi çeken noktaları şöyle sıralayabiliriz:

-Geçen sezon Schuster'in bolca gündeme getirdiği "dar alanda oynamak" meselesi üzerine Avrupalı bir çok hoca gibi benzer düşüncelere sahip ama bana göre yanıldığı noktalar da var. Özetle kendisi; Türkiyede takımların blokları arasında büyük mesafeleri olduğunu, Avrupalı muadillerinin 25-30 metrede yapmaya çalıştıklarını bizlerin 70 metrede yaptığını, savunma ve hücum oyuncuları arasındaki büyük mesafe nedeniyle orta saha oyuncularının ekstra efor sarfetmek durumunda kaldığını söyledi. Hatta biraz abartıp ülkemiz oyuncularının İtalyan ligindekilere göre ortalama daha çok koştuklarını söyledi. Bu "dar alanda oynama" meselesinde bir çok kişi hem fikir olabilir, herkes Barcelona, Villareal ve Arsenal maçları izleyip hoş rüyalara dalabilir ancak takımın fizik olarak zorlanmasını bu oyun stiline bağlamak (ki kendisi bu nedenle çok yorulduğumuzu, fizik kondisyonumuzun bozulduğunu söyledi) bazı şeyleri atlamak olur. Özendiği(miz) oyun sistemi için de çok büyük fiziksel kalite gerekiyor zira oyunu 25-30 metrede oynamak için de 90 dakikaya yakın pres yapmak gerekiyor. hücum ve ortasaha oyuncularının oyunu o mesafelerde tutabilmeleri için ortalama 6-10 saniyede kaybettikleri topu kazanmaları gerekiyor. Yani; "Türkiyede bizim oynadığımız oyun fiziksel açıdan daha yorucu, ama Avrupada oynanmaya çalışılan oyun daha az yorucu" gibi bir olguya kesinlikle katılmıyorum. Bu konuyu sonlardırmadan hocanın bu görüşünü desteklemek için verdiği "Avrupa kupası maçlarında nasıl oynadığımızı gördünüz" örneğine de katılmadığımı belirtmek isterim zira o maçlarda da Beşiktaşın blokları arasında gayet büyük boşluklar ve kopukluklar vardı yani istenilen dar alandaki futbolu o maçlarda da sergileyemedik.

-15 Ekim 2011 Beşiktaş Kayserispor maçı gerçekten çok moral bozucu bir maç oldu. Hoca ısrarla bunun unutulacak bir maç olmadığını, çok dersler çıkaracaklarını ve yapılan hataları çok iyi bildiklerini söyledi. Gerçekten uzun zamandan beri ilk golü yedikten sonra bu kadar çabuk teslim olduğumuz bir maç görmemiştik ve bu çok moral bozucuydu. Rıdvan Dilmen'in oyuncuların maç seçtiğine yönelik iddialarını reddeden Carvalhal dünkü görüntüyü milli maç arası sebebiyle takımın sadece maçtan bir gün önce bir araya gelmesine ve olası bir konsantrasyon eksikliğine bağladı. Bunu güçlendirmek için söylediği bir şey ilginçti: "Amrabat'ın hazırladığı, yediğimiz ilk golün benzerini 2-3 kere kasetten izlettim ve 1-2 kere de antrenman sahasında uygulattım ama bu önlemlere rağmen yine de aynı golü yedik". Evet bunun yorumu çok farklı şekillerde yapılabilir hatta bu normal dahi karşılanabilir ama takımda bir koordinasyon ve konsantrasyon eksiği olduğu aşikar. Bu maçı değerlendirirken oyuncularına Gaziantep ve Bursaspor maçlarını örnek göstereceğini söylemesi ise hoşuma gitmedi zira o maçlar da takım son derece kötü bir oyun sergilemişti. O maçların dünkü maçtan tek farkı kırmızı kartlarla eksik kalmamıza rağmen Kayseri maçından daha çok mücade edilmesiydi. Hocanın nezdinde bu iki maç iyi bir oyun örneği teşkil ediyorsa vay halimize!

-Güntekin Onay'ın beklenen Fabian Ernst sorusuna politik bir cevap vererek kendisini karakter ve futbolcu kimliği olarak çok beğendiğini ve ileriki günlerde sık sık kullanacağını söyledi. Burada Güntekin Onay'ın Ernst'in kullanılmamasında yabancı kontenjanının etkisi var mı sorusuna ise bir anlam veremedim zira bu sezon ligde iki kere 5 yabancı ile sahaya çıktığımız maçlarda bile Ernst forma şansı bulamadı. Güntekin'in bu detayı atlamasına şaşırdım.

-Bir başka şaşırdığım nokta ise Carvalhal'ın Necip ile ilgili yaptığı gaf oldu. Güntekin Onay; Burak Kaplan, Onur Bayramoğlu, Muhammed Demirci, Atınç Nukan gibi genç oyuncuları kiraya yollayıp biraz maç tecrübesi kazandıklarında takıma adapte etmeye çalışmak gibi bir düşüncesi olup olmadığını sordu. Hoca ise, A2 maçlarında kendilerini oynattıklarını ama Aralık döneminde bir kaç oyuncuyu bu şekilde değerlendirebileceğini söyleyip ardından "Necip örneği bu konuda güzel bir örnek, kendisi bir dönem ikinci ligde oynayıp dönünce çok katkı sağlamış" dedi. Burada ciddi bir yanlış bilgilendirilme söz konusu olmalı zira ben Necip'in Beşiktaş dışında bir takımda oynadığını görmedim, duymadım!

-"Quaresma ve Simao klasik 4-3-3'ün ileri üçlüsünün kanat oyuncuları ama bizim sistemizdeki 4-2-3-1'e defansif desteklerindeki sıkıntı nedeniyle tam uyum sağlayamıyorlar" kısmen doğru bir yorum olabilir ama bunun bilincindeyken ve özellikle Simao'nun sezon başından beri 10 üzerinden 4'ü geçmeyen çok kötü formu devam ederken bu sistemde bu oyuncularda bu kadar ısrar etmek neden diye sorasım geldi kendisine.

-Programdan son olarak değinmek istediğim konu kendisinin ligimizdeki anormal takvim üzerine yaptığı yorumlar. Avrupa maçlarının da etkisiyle çok yoğun bi trafiğe girdiğimizi, akademik çalışmaları döneminde bu yoğun trafiğin oyuncular üzerindeki etkilerini araştırdığını ve sezonda bir kez 6 günde 3 maçın tolere edilebileceğini ancak biz bunu bir kere yaşamakla kalmayıp en az 2-3 kere daha karşılaşacağımız için bunun bizi fiziksel anlamda bekleyen bir tehlike olduğunu vurguladı.

Genel olarak takımdaki sorunların farkında olduğunu ve çözümlerini bildiğini, şu an paniğe kapılacak bir şey olmadığını söyeyen bir tavır içindeydi Hocamız. Bunun doğru olduğunu ümit edip bir kısmına "soru(n)lar..." başlıklı son yazımızda da değindiğimiz bazı soruları sorarak, git gide bayan bu uzun yazıyı sonlandırmak lazım:

*Diziliş handikaplarının ve bloklar arası mesafenin uzunluğunun getirdiği sıkıntıların farkındayken beklerin oyuna katkısını arttıracak önlemleri almayı düşünmüyor muyuz? Toraman 4 haftalık sakatlık sürecine girmese hala bek oynamaya devam edecek miydi? Beklerin verimini düşüren formssuz Quaresma ve Simao hala aynı şekilde sahaya sürülmeye devam edilecek mi?

*Takımdaki yıldız sıfatındaki oyuncuların bir şok etkisine maruz kalmaları için bundan sonraki haftalarda formaya aç ve belli bir standartta mücadele gücüne sahip Fabian Ernst ve Roberto Hilbert gibi oyunculardan faydalanmak iyi bir fikir değil mi?

*Şu ana kadar izlediğim performansı sonucu bonservisini almadığımıza dua ettiğim Sidnei'nin özellikle defans çizgi halindeyken düştüğü komik durumlar ve arkaya sürekli adam kaçırmasına bir çare üretemez miyiz? Toraman-Egemen-Sivok üçlüsü sağlıklı oldukları anlarda stoper ikilisi için başvurulması gereken ilk isimlerdir kesinlikle.

Önümüzde çok kritik maçlar var. Geçen sene hezimetin kıyısından döndüğümüz içerideki Kiev maçını canlı izleyen biri olarak özellikle bu maçtan çok çekiniyorum. Umarım Carvalhal takıma yapması gereken müdahaleler konusunda daha fazla gecikmez ve en azında kaybetse bile belli bir standartta mücade eden bir takımı saha görebiliriz.


23 Eylül 2011 Cuma

soru(n)lar...
































Ligde üç, avrupa kupalarında bir olmak üzere 4 ciddi maçı geride bıraktıktan sonra üzülerek görüyoruz ki Beşiktaş cephesinde değişen çok az şey var.
Avrupa kupası maçını izleyemedim, Eskişehir ve Ankaragücü maçları sonrasında ise erken hüküm vermiş olmaktan çekinip yazmadım ancak dünkü Bursa maçı sonunda 2011-2012 model kartalın defoları iyice ortaya çıkmaya başladı.

Öncelikle takımlarımızın yıllardır avrupalı muadillerinin gerisinde kaldığı noktada hala çok eksiğiz: fizik kalite. Evet temponun ağır olduğunun farkındayım, neredeyse üç günde bir maç yapıyoruz ama bizden tek farkı bir avrupa maçına çıkmaması olan Bursa'ya karşı fizik olarak bu kadar ezilmeyi (hem de maçın büyük çoğunluğunda bir kişi fazla olmamıza rağmen) nasıl açıklayabiliriz bilmiyorum. Bu ilerisi için beni kara kara düşündürten faktörlerin başında geliyor. Roland Koch sonrası yan toplarda gözle görüşür bir iyileşme olduğu aşikar ama toplam fizik kalite olarak geçen seneki düşkün halimize çok benzetiyorum ben şu anki durumu.

Zaten sezon başında Bebe ve Ersan ile büyük iki şok yaşayan oyuncu grubunun fiziksel problemleri dışında çok daha kritik başka sorunlarımız var. Bunlara madde madde değinecek olursak;

* Dünkü maç Q7'nin türk insanını artık ne kadar iyi tanıdığını gösterdi bana. Kafasındaki algı çok net bunu her hareketi ile gösteriyor bize. "İki hareket yaparım, bi şut çekerim, üstüne de formayı öptüm mü tüm hatalara sünger çekebilecek kadar manyakçasına beni seven bi taraftar grubumuz var" düşüncesi öyle sirayet etmişki beynine, her maç daha da rezil bir oyun ortaya koymasına rağmen tavırlarında hiç bir değişiklik yok. sürekli saçma sapan driplingler ve
hareketler deniyor ve her maç en az bir sarı kartlık gereksiz agresiflikler yapıyor. "Ne seninle ne sensiz" demiştim geçen sezon, ondan vazgeçmek kolay değil ama şu an benim için çok büyük soru işareti.

* Toraman'ın ve son haftalarda ısrarla Ekrem'in sağ bek olarak kullanılması yabancı kısıtlaması engeline takıldığımız maçlarda anlamlı olabilir ama üst üste beş yabancı ile maça çıktığımız haftaların hiç birinde Roberto Hilbert'in bu takımda şans bulamaması inanılmaz geliyor bana. Sağ bek değeri olarak bu arkadaşımız belki de çok yeterli bir oyuncu gibi gözükmeyebilir ama kendisini aynı pozisyonda Ekrem ve Toraman ile kıyaslayacaklar için söyleyecek söz bulamıyorum, bana tartışmak bile komik geliyor ve hala bu adamı oynatmayışımızın nedenini anlayamıyorum.

* Şu meşhur diziliş konusu ise ayrı bir belirsizlik olarak devam ediyor. Guti'nin bu durumda 4-3-3 ya da diğer biçimiyle 4-2-3-1 oynamaya çalışan takımımızda ilk 11'de sahaya çıkmaması isabetli bir karar. Benim sezon başı yazısında da belirttiğim gibi ideal göbek üçlüsü tercihlerim her zaman Ernst-Necip-Fernandes olmuştur. Ernst'in neden hala takıma giremediği muamma o yüzden durum netleşmeden spekülasyon yapmak istemiyorum. Necip'in form düşüklüğü ise bizim en büyük talihsizliklerimizden oldu. Bu yapıda bizi taşıyacak esas blok öndeki Q7-Simao-Almeida (Edu) üçlüsü değil ernst-necip-fernandes üçlüsü olacaktır ama şu dört maçta yaptığımız gibi değil. Bu oyuncu grubu, bu diziliş ile Simao ve Q7'yi topla buluşturup onların kanatlara inmesini ve hedef oyuncuyu (Almeida ya da Edu) topla buluşturmalarını görev bellemiş ve sürekli bunu yapmaya çalışıyorlar. Herhalde bu kadronun olabilecek en yanlış kullanımı budur ve biz dört haftadır bunu uygulamaya çalışıyoruz. işin komiği istatistiklere bakan bi adam bunun harika işlediğini! söyleyebilir zira son attığımız 10 golün 8'i kafa ile atıldı.
Ama nasıl kafa golleri? "duran toplar".

Bizim 4-3-3 varyasyonumuzda skoru yapması gereken adam uçtaki Almeida ve ya Edu değil. Kanatlardan gireceklerle bulacağımız sayılar ya da şu ana kadar yapmayıp asıl yapmamız gereken olduğunu savunduğum göbek üçlünün içeri penetrasyonları sonucu bulacağımız sayılar bizi ileriye taşır. Ernst-Fernandes-Necip üçlüsü geçen seneki gibi 5 golde kalırsa bu sene yine büyük hüsran olur. Bu şablon ve taktik ile gol bulmamız mucizelere ya da duran toplara kalır. İki stoperin göbeğinde debelenen uç oyuncusuna Simao ve Q7 ne kadar asist yapabilir? Bu takımın hücumlarında şu ana kadar kendini duran top asistleri dışında hiç göstermeyen orta üçlümüz acilen rol almalı ve ileri üçlüye destekte bulunmalılar. Burada da yine fizik kalite konusuna geri dönüş başlıyor ve iki kanadın (Simao-Q7) savunma destekleri bu seviyelerde olduğu sürece orta üçlünün bunu yapacak enerjilerinin kalmadığını görüyoruz.

Yukarıda bahsettiğim hücum organizasyonlarını denemeyeksek eğer; 4 maç sonunda tek amacı kanatlardan çizgiye inip orta yapmaya çalışmakmış gibi gözüken takımımız, kanat organizasyonu için beklerin desteğinin elzem olduğunu anlayıp en azından Hilbert'i kullanmaya başlayacak mı?

Guti'nin durumu ne olacak? Asıl görevi olan saha içi liderliğine soyunacak mı yoksa kaybolup gidecek mi? ilk onbir olmasa bile maçların belli bölümlerinde kendisinden faydalanabilecek miyiz?

Q7 artık iyice bencillik sınırlarına dayanan bireysel zorlamalarından vaz geçip takımı oynatma fikrini benimseyebilecek mi?

İdeal olduğunu düşündüğüm Necip-Ernst-Fernandes üçlüsünü bu sezon kaç kare doksan dakika yan yana göreceğiz?

Kalede rotasyon yapmaktan dünyada en çok zarar gören takımlarından biri olan Beşiktaş bu sene Rüştü ve Cenk arasından ideal bir kaleci seçimi yapacak mı?

Tayfur Havutçu ve Serdal adalı kısa-orta vadede takıma dönecekler mi? Olası geri dönüş mevcut teknik ekibe ve oyuncu grubuna nasıl yansıyacak? Bu takımı motive mi edecek yoksa kişisel ihritasların devreye girmesi ile sil baştan yapmaya çalışan bir ekip mi göreceğiz?

Sezonu açtık ama maalesef çok fazla bilinmeyen hala tepemizde Demokles'in kılıcı gibi sallanıyor ve yukarıda bu uzun yazının sonunu getiren soruların cevaplarını bir an önce bulamazsak maalesef bizi bir başka kayıp sezonun beklediğini düşünüyorum.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

20 Temmuz 2011 Çarşamba

iki sene




















iki senedir güzel insanlar sayısı bir eksik...

14 Temmuz 2011 Perşembe

...

Artık sen de herkes gibisin































Suçu ispatlanana kadar herkes masumdur. Aklanın da gelin ya da sonsuza kadar gidin...

21 Haziran 2011 Salı

Beşiktaşın Çocuğu...






























Bobo, dün twitter üzerinden türkçe yayımladığı aşağıdaki mesajlarla bizlere veda etti. Peki biz ona nasıl veda edeceğiz? Cordoba'ya ettiğimiz gibi mi? (http://subjk.blogspot.com/2010/07/huzun.html)

bütün beşiktaş taraftarına , bana bugüne kadar verdikleri destekten ötürü teşekkür ediyorum.
bu büyük klüpte beraber kazandıgımız bütün başarıları hiç bir zaman unutmayacağim.
beşiktaş taraftarı bana bu takimi sevmeyi ögretti ve bundan sonraki hayatıma çok iyi bir beşiktaş taraftarı olarak devam edeceğim.
bana gösterdikleri ilgiden dolayı bütün yönetim kuruluna teşekkür ederim.
tayfur hocama ve bütün takım arkadaşlarıma önümüzdeki sezon için başarilar dilerim. belki bir gün görüşmek üzere.

bobo ve ailesi

13 Haziran 2011 Pazartesi

BJK 2011-2012 Orta Sahası






















Büyük umutlarla başlayıp hüsranla sonuçlanan sezonun ardından beklemediğim bir enerji ile başladı Beşiktaş transfer operasyonuna. Öncelikle yönetim risk alıp Tayfur Hocayla sözleşme yeniledi ve bana göre bunu çok çabuk yaparak en azından biçimsel olarak doğru yaptı. (Tayfur'un Beşiktaş'ın başına geçirilme süreci ise kupa finali ve sonucu ekseninde ayrıca değerlendirilmesi gereken uzun bir mevzu)

Oyuncu transferleri ise benim beklemediğim bir biçimde çok hızlı yapıldı ve hala da devam ediyor. Burada komitenin geçen sezon sıkıntısını çektiğimiz ve artık bir fenomen haline gelen "yerli kalitesi" konusuna odaklandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Yabancı oyuncu kalitesinden memnun olan yönetim (ki defansif olarak bence yanılıyorlar), Türkiye ligi için elzem olan 5 yerli oyuncu konusunda Fenerbahçe ve Trabzon örneklerini de gözeterek büyük bir atılım içine girdi ve bir dizi türk statüsünde oynayacak oyuncu aldı. Bu oyuncuların yerli kalitesini mi yoksa yerli sayısını mı! arttıracaklarını ve ne denli katkı sağlayacaklarını tartışmak için biraz erken. Bu meseleye de transfer sezonunun sona ermesi ve oyuncuları Beşiktaş formasıyla en azından bir kaç kez hazırlık maçlarında izledikten sonra değinmeyi düşünüyorum zira Mustafa Pektemek ve Egemen dışındaki transferler için rahmetli Veday Okyar'ın sözü aklıma geliyor: "et mi balık mı anlamadım!"

Gelelim yazının asıl konusuna ve üstteki iğrenç paint terk çalışmamın aktörlerine. Uğur Meleke'nin yazının sonunda bağlantısını* bulacağınız, geride kalan sezon analizinde çok önemli bir tespiti var. Kendisi der ki: "Beşiktaş için sezonun anahtar sayısı: 594 top çalma
Demirören’in pahalı transfer politikası ve bol general tercihi, Beşiktaş’ı bir anlamda asiller takımına çevirdi. Sahadaki asker sayısı birin altına düşünce(!), siyah-beyazlılar ligin en az top çalan (594), en fazla top kaybeden (773) takımı oldular."

Bu rakamların birden fazla sebebi var. Schuster ile oynanmaya çalışılan oyunun sezonun ilk yarısındaki oyuncu kadromuzun kalitesinin çok üstünde bir oyuncu grubu gerektirmesi ve bizim buna sahada cevap veremememiz belki de en büyük etken zira takımın sürekli topu ayağında bulundurup rakip sahada baskı ile sürekli hücum düşünmesi ve bunun uygulanamaması sonucu ciddi top kayıpları yapıldı. Ancak, bu top kayıplarında ben bir ölçüde orta saha oyuncu tercihi ve Guti'nin giderek kötüleşen performansının da payı olduğunu düşünüyorum. Kendisini tartışmam, takıma katıldığı anda yaşadığım mutluluğu tarif edemem ve onu burada canlı görmekten dolayı yaşadığım gururu yadsıyamam fakat sezonun sonundaki inanılmaz fiziki düşüşü ve konsantrasyon kaybını göz önüne alında 2011-2012 kadrosu şayet 4-3-3 / 4-5-1 varyasyonu ile devam edecekse kendisinin kulübede oturup maçların son yarım saatinde çilingir hesabı devreye girmesinin çok daha sağlıklı olacağını düşünüyorum.

Evet: önümüzdeki sezon için üstteki top çalma / kaybetme istatistiklerini de göz önünde bulundurursak benim ortasaha adayım NEF yani Necip-Ernst-Fernandes! Bu üçlünün fizik kondisyon durumu oyun planımızı yürütmek için yeterli. Teknik kapasitelerinin tabii ki daha iyi olması lazım ama Ernst ve Fernandes iyi günlerinde olurlarsa Q7 ve Simao ile güzel işler çıkarabilirler. Geçen sezon 24 maç oynama şansı bulan (ki kendi gelişimi için Türkiye gerçekleri dahilinde muazzam bir rakam) Necibin aynı ivme ile devam edeceğini varsayarsak onun da katkısı olumlu olacaktır ofansif açıdan.Bu üçlünün defansif olarak dörtlü savunma bloğuna yeterli katkıyı sağlayacaklarından ise şüphem yok.

Burada bizi bekleyen tehlikeler şu aşamada Fernandes'in hala çözülemeyen transfer hikayesi (Fernandes'in ispanyol basınına yaptığı son açıklamalara göre olay hala çözülemedi) ve Guti'nin bu durumu ne derece sorun edip Tayfur'a ve camiaya yansıtacağı.

Bunları bekleyip göreceğiz. Şu aşamada gelecek sezonun hepimiz için iyi geçmesini ummaktan başka yapacak bir şey yok ve umarız bu sezon her şey yolunda gider..

1 Mayıs 2011 Pazar

Hoşgeldin Kara Bela!
















Alemin kralı K.T.Tekle gün itibariyle Türkiye'ye kesin dönüş yapmış bulunuyor. Vatana millete hayırlı olsun!




















Bu arada tüm emekçilerin 1 Mayıs'ı kutlu olsun!

31 Mart 2011 Perşembe

Senin adın yazıyordu





























İzmirden Bursaya dönerken rahat bırakmadın beni
belki senin umurunda değildi
hayır ama adın bana yetti

İzmirde yol kenarında büyük bir branda
senin adın yazıyordu
yanına da satılır demişler bırakır okumuşum
acıtır olmuş aslında
mavi ortancaları beyaz hanımelleri dürtmüş
minik bir parmak gibi

Manisa bağırış çağırış!
e sebebi yine sensin
beyaz papatyalar var camda
ve senin adın yazıyordu ana okulunda
çocukların anlamadı tabelaya neden baktığıma


Susurlukta bir lokanta
senin adın yazıyordu camında
niye dedim ne gerek vardı
ya yemekleri cok acıydı ya da umutsuzdu tatlıları

susurluktan sonra bir şey kalmadı
iki adım yolda daha ne vardı
senin adından başka
lades gibi aklımda

28 Mart 2011 Pazartesi

Geçmiş Zaman Olur Ki III




Niye Beşiktaşlı olduk? sorusunun onlarca yanıtından biri. Güzel insan Metin Tekin, seni seviyoruz..

not: videoyu hatırlatan burasikapali.com'a teşekkürler.

21 Mart 2011 Pazartesi

Belki bir gün...
































Meşaleler ısıttı o soğuk havayı

Yer gök kaldırımlar deniz hep griydi
Deniz müzesi hatırlattı bana o maviliği

Dolmabahçe'den geçerken aklımdaydı
Kazandık denen maçlardaki hüsranları

Meşaleler ısıttı o puslu havayı

Beyaz düğündü ya da ilk aşk, siyah saçların ya da ben
Bunun gibi belirsiz orta şut karışımı hediyen

El ele tutuşmuş siyahla beyaz, biri neşeli biri hayalci
Belki de başkasının sevgilisi için gelmiş biri
Aslında okumuştuk gözlerindeki o düşünceyi

Meşaleler ısıttı o lanet havayı

Maviyi hatırlamak kanattı yaramı
Hem de denizin en gri zamanı



19 Mart 2011 Cumartesi

Kaptana mektup



Tayfur kaptan,

Beşiktaş'ımızın son 2 şampiyonluğunda birinde sahada kaptan birinde kenarda antrenör olma onuruyla karşısına çıkıyorsun bu kalleş ortamın. Son 2 şampiyonluğu dediğime bakma sen, benim neslimin hayal meyal hatırlamadığı tek 2 şampiyonluk onlar. Sana bu mektubu yazmayı isteme sebebim, antrenörlükte yapabileceğin hataların sana olan sevgimi körelttiği anda dönüp bunu okumak. Hani Rıza'yı çok sevenlerin bize Anadolu takımı futbolu oynattıktan sonra o kadar da güzel anmamaları durumuna uğrama diye.

Çok efendiydin, Beşiktaş'a yakışırdın, her maça ruhunu koyardın, düz ama temiz oynardın, sahaya baktın mı işte Beşiktaş kaptanı bu dedirtirdin duruşunla Kaptan, bunları herkes bilir de herkesin bilmediği hikayeler vardır herkesin içinde.

2004 Mart'ından bir gündü, senin için belki pek önemli bir gün değildir, hatırlar mısın bile bilmem. Açıp gününü bakmakla uğraşmayacağım internetten ama Pazardı. Yahu gününü bilmiyorsun da haftanın hangi günü olduğunu nerden biliyorsun deme Kaptan. Pazarları mabetten yurda dönmek zordu; maç bitimi aceleyle o yokuşu çıkıp Taksim'de son servise binmezsen biterdin çünkü.

Tepetaklak gidiyoduk o lanet Samsun maçından beri, sahaya kartopu attık diye İnönü'de oynamamız gereken bir önceki maçımızda Kocaeli'ne sürmüşlerdi bizi. Psikolojik olarak tabana vurduğumuz o İstanbulspor maçı hani. O bahsettiğim 2004 Mart'ının Pazarı geldi sonra. Her zamanki yerimde sizi bekledim çıkın diye. Homurtuyla alkış arası bir sesle çıktınız sahaya. Alışmamıştık 2 senedir bu hallere. Şimdilerde 2. ligde olan Elazığspor rakipti, bordo formasıyla.

Maç başladı, biz bağırdık Bordolular attı, biz daha çok bağırdık yine Bordolular attı. Bitmiştik de bu kadar mı bitmiştik yahu? İkinciyi yedikten sonra tam statta homurtular başlayacakken, top ceza yayına yakın bir yerlerde sana geldi. Gelir gelmez içimden geldi, "Vur Kaptan" diye bağırdım, sen beni duymadın ama vurdun; acayip de bir gol oldu. Sen de havaya sıçradın, ben de. Beni tanısan bilirsin, konuşurken bile sesi yüksek çıkan adamım, tribündekiler bana bakıp "Vurdu be" diyorlardı. Bir Mustafa vardı bizim tribünde amigo, hala oralarda mıdır bilmem. Setin üstünden yüzüme baktı, ellerini yumruk yaptı ve güldü. Attığın golle ayağa kalkan takım da, patlamak üzere olan taraftarı güldürdü, 5 attık sonra o gece. Sonrasını sorma o senenin. Seni de baydırmış olsa gerek o sene ki ertesi sezon bıraktın tadında.

Belki sana saçma gelecek ama, ne zaman geriye düşsek aklıma bir sen gelirsin, bir de o maçtan bir önceki seneki Dinamo Kiev maçı hatrına Pancu gelir. Bu seneki oynadığımız Kiev maçlarında ne sen vardın ne Pancu be Kaptan.

Onu anladım da bana bugünden bahset diyeceğini tahmin ediyorum. Bugün Kayseri maçıyla -- muhtemelen bu sezon sona erecek -- bir maceraya başlıyorsun Kaptan. Europa'ya katılmak istiyoruz bunu biliyorsun da, asıl ne istiyoruz onu da biliyorsun. El-14 gol attığında gidip armayı öpmüştü ya. Bizim içimiz gole değil ona cızırdıyor. Gol atınca birbirilerine sarılan, armayı öpen, yenilince beraber yıkılan bir takım istiyoruz.

Bugün soyunma odasında taktiğini verdikten sonra, önce o gıpta ile baktığımız 18 kişiye o formanın değerini, sonra da yenik durumdan geri dönüşlerin o formaya aşıklara sadece futbol keyfi değil hayat aşıladığını anlat.

Bugünlerde hayli yenik durumdayız; vur be Kaptan.

17 Mart 2011 Perşembe

Sev beni diye..
























Teknik ekibimize yeni katılan Kaan Dobra'nın ve kıymetini sonradan anladıklarımızın anısına...

kaan dobra'nın takıma yeni geldiği günlerdi aşkım
off ne alakası var şimdi deyip
dinlememezlik etme, dinle bi kere.
kaan dobra takıma yeni gelmişti.
yalan söylemiyim sanırım antep maçıydı.
maç neredeyse bitmiş.
skor kesindi..
hoca maçın 89. dakikasında oyuna aldı kaan'ı
sahada herkes çok yorgundu.
bi tek kaan, civelek gibi koşuyordu sağa sola.
ben de dahil herkes güler gibi bakıyordu kaan'a.
aa kerize bak aa enerjike bak diye.
ama hoca beğendi kaan'ın performansını
diğer maçta daha çok yer verdi.
bir diğer maçta daha bi çok.
ve bugün kaan dobra, kaan dobraysa
o 89. dakika yüzündendir.
şimdi gelelim sadede.
ben de ilişkimizi kurtarmak için
89. dakikada oyuna girmiş bir oyuncu gibi
koşuyorum, çırpınıyorum.
gör performansımı diye.
sev beni diye...


Umut Sarıkaya - Gör Performansımı

16 Mart 2011 Çarşamba

Beşiktaş Uçurtması































Sigarayı bırakalı altı ay oldu. yedi aylık bir oğlum var, ismini yiğit koydum. bu kahpe dünyada başı dik dursun, beşiktaşlı olsun başka bir şey istemem. geçenlerde babamla arabada gidiyoruz, konu sigaradan açıldı. yaklaşık 4 yıl önce benim de telkinlerimin etkisiyle sigarayı bırakan babam, benim durumumu sordu. “ilk ayı atlatınca alışıyor biraz insan ama bazı durumlar var insan çok zorlanıyor” dedim. cevabımı fırsat bildi, sigarayı ilk bıraktığı zamanlarda yaşadığı gelgitleri anlattı. tekel bayilerin önünden geçişini, sigara içenlerin yüzlerine bakışını…

halbuki benim sıkıntım bambaşkaydı. bazı geceler, uyumak için her şeyin müsait olduğu bir zaman aralığında sıcak yatağımın içinde süzülüp giderken, aniden irkilerek uyanıyorum. her gün kendisini tekrarlayan garip bir müsamerenin baş temsilcisi gibi yavaşça oğlumun yatağının başucuna gidiyorum. bir süre hızla yükselip alçalan göğsünü izlerken yavaş yavaş göğsümün tam ortasında bir yumru oluştuğunu, boğazımın düğümlendiğini hissediyorum. hayatım boyunca tecrübe etmediğim bu duygu, iflah olmaz bir şekilde kendisini tekrar ettirerek beni geceleri yoğun duygulara sevk ediyor. biricik, canım, her şeyim oğlumun başucunda durdukça onu ve ona sağlayacağım geleceği düşündükçe göğsümdeki yumru gittikçe büyüyor, taşa kesiyor. işte bu ağır yükün altında ezilen aciz ruhum, beş metre ötede duran balkonu ve içilecek bir tek sigarayı bana işaret ediyor. ağır bir mücadele sonrası tekrar yatağıma dönüyor ve her gece bitmek bilmez zaferlerime bir yenisini daha buruk bir şekilde haneme ekliyorum…

bu durumu babama anlattığımda bir süre bir şey söylemedi, sonra alakasız bir anda konuştu. “bu” dedi, “babalıktır, baba yüreğidir. üstüne hiçbir demirin ateşi, daha fazla kor veremez. sazlık kenarında pişiyorsun, farkında değilsin” dedi. tokat yemiş gibiydim. çok değil bir yıl öncesine kadar, sadece kendi hayatının gerektirdiği sorumluluğun üzerinde yürürken bir anda bambaşka ve sana muhtaç bir canın sorumluluğunu almanın ne denli önemli olduğunu anladım. ben baba olmuştum ama bunu daha yeni yeni fark ediyordum. işte böyle bir anda aklım yıllar öncesine safranbolu’da bir ormanlık alana gitti, takıldı kaldı…

güneş gazetesi bir pazar sabahı, beşiktaş taraftarına uçurtma hediye etti. tam da gazetenin verildiği gün ben ve ailem safranbolu’da amcama kız istemeye ve söz kesmeye gitmiştik. dedem vefat ettiğinden dolayı ailenin en büyüğü konumuna gelen babam, ağabeylik vazifesinin de vermiş olduğu yükle kızı isteyecek er kişi konumuna yükselmişti. 75 model peugeot arabamızla, mayıs ayının kavruk sıcağını her tarafımızda hissettiren sıcak rüzgarın doğal kliması etkisiyle meşakkatli bir yolculuğa çıktık.

eskişehir’den safranbolu’ya uzanan o uzun yolda çocuk aklımda sadece o uçurtma vardı. plastik çubuklarla bütünleştirilmiş arma şeklindeki naylonun kenarından alacalı pullar saçılıyor, uzun bir kuyruk iniyordu aşağıya. en kallavisinden uçurtma ipini dinlenme tesislerinin birinde kimsenin desteğini almadan ben bağlamıştım. ufak ellerimde tuttuğum iple uçurtmayı sağa sola koşturuyordum ama nafile. olmayan rüzgarın da etkisiyle bütün denemelerim başarısızlıkla sonuçlanıyordu. uzun süren yolculuk sonrası, gecenin kör bir saatinde safranbolu’ya vardık. birbirinin aynısı gibi duran kağıttan evlerin arasından hızla geçip giderek bir tanesinin önünde durduk. o uygunsuz saatte adeta düğün alayı gibi sevinçle karşılandık. kız evine göğsüme sıkı sıkı bastırdığım uçurtmamla girdim, amcamın müstakbel eşinin genç ve güzel kızkardeşinin bütün çabalarına rağmen bir an olsun uçurtmayı elimden bırakmadım. bu komik tablo karşısında dikkatleri üzerime çekmiş olmalıyım ki babam yavaşça yanağımı okşadı. kulağıma eğildi, mutlaka yarın bu uçurtmayı seninle uçuracağız için rahat olsun dedi. inanır mısınız, ben o gece gözümü bile kırpmadım. göklerin sahibi karakartal, çok değil saatler sonra benim elimde göklerde dalgalanacaktı. durmadan rüzgar çıksın diye dua ettim, pencere kenarında duran saksılardaki çiçeklerin hareket edip etmediğini gözledim bütün gece boyunca.

ertesi sabah saat altıda, horozlardan önce uyanıp giyindim. evin bahçesindeki tahtadan bozma eski somyanın üstüne oturup beklemeye başladım. zira dışarıda çok şiddetli olmasa da bir rüzgar vardı ve ben bu rüzgarın durmasını istemiyordum. şanlı kartalımı göklere bir an önce salmak istiyordum. ben sessizce ve sabırla bahçede beklerken evin ahalisi yavaş yavaş uyanmaya başladı, kahvaltı masası kuruldu. babamla göz göze geldik masada. sabırsızlığım artık gözlerime nasıl yansımışsa artık, hızlıca bardağındaki çayı bitirdi ve elimden tuttu. bindik arabaya, başladık safranbolu’nun sokaklarında gitmeye. yaklaşık on dakikalık bir yoldan sonra dümdüz bir yere çıktık. sağımızdaki, solumuzdaki evler birer birer seyrekleşmeye başladı. en sonunda ormanlık bir arazinin kenarına geldik. safranbolu’da mayıs sıcağı yerini bulutlu bir havaya bırakmaya başlamıştı. gökyüzü hafiften griye çalıyordu artık. babam büyük çarşı poşetinin içinden çıkardı uçurtmayı, ucundaki ipi tekrar gözden geçirdi. gergeinleştirdi, sıklaştırdı, pullarını düzleştirdi. işte o anda uçurtmayı, yani karakartalı gökyüzüne yolladı. sabah güneşi yerini kapalı bir havaya bırakırken esmeye başlayan rüzgar, babamın koşturmasına gerek kalmadan süzülmeye başladı. babam hafifçe elindeki ipliği salıvermeye başladı, o ipi saldıkça karakartalım daha da yükseklere çıkmaya başladı. uçurtma göğe yükseldikçe sevinçten çıldırıyordum, o müthiş armanın bulutlara değecek gibi olduğunu hissediyor ve mutlu oluyordum. babam dikkatle uçurtmayı takip ederek beni çağırdı yanına. çok kısa bir süre sonra uçurtmayı ben tutacaktım, kartalın göklerdeki süzülüşünü ben kontrol edecektim. ipi tam elime almak üzereyken o anda milyonda bir yaşanacak bir olay yaşandı, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. yağmurla birlikte etkisini artıran rüzgar birkaç saniye içinde ipi koparttı, uçurtma ters dönerek yolun öbür tarafındaki elektrik tellerine takıldı. elimizde ucu kopuk bir makara ipten başka bir şey kalmamıştı. o yağmurun altında babamla ben hiç konuşmadan en az bir dakika boyunca elektrik tellerinin üzerindeki beşiktaş uçurtmasına baktık. sanırım ikimiz de büyük bir umutla bir mucizenin yaşanmasını bekliyorduk. ama o mucize gerçekleşmedi, o uçurtma o tellerden hiç yere düşmedi. o uzun bekleyişin ardından tükenen ümitlerimizle birlikte arabaya bindik.

babamın yüzü bembeyazdı. elleri sinirden titriyordu, canı müthiş sıkkındı. “hay allah” dedi, “nasıl olur? tam da senin ellerine geçecekken?” o gün ben o çocuk aklımla, yıllar boyunca babamı anlayamadım. neden böyle bir tepki verdiğini, bu üzüntünün nasıl bir sebepten kaynaklandığını çözemedim. işte aradan yıllar geçtikten sonra, babalık duygusunu tadınca her şeyi anladım. evladına verdiği sözü tutmasına rağmen, her şey yolunda gidiyor gibi görünürken bir anda ellerimizden kaçıp giden o uçurtma, babamın vicdanıydı aslında. oğlumu nasıl mutlu ederim, ona nasıl bir gelecek sağlarım diye göğsümdeki yumruları büyüttüğüm o gecelerde yeni gelişmekte olan babalık vicdanımla kendimi yargılarken babamın dürüst adaletiyle karşılaştım. babalık çırpınışının o son haddinde elimizden kayıp giden uçurtmayı aslında hayatımda kaç bin kez tecrübe ettiğimi yeni hatırladım.

son dakikada yenen goller, hakem hataları, ofsayt bayrakları, avrupa faciaları, teşvik primleri, şikeler, 101. yıl faciası, fevzi’nin ıskası, ferrari’nin dirseği, recep’in röveşatası, liverpool hezimeti ve daha niceleri. hepsi ama hepsi elimden kayıp giden, her gittiğinde böğrümü delen beşiktaş uçurtmalarıydı. günlük güneşlik bir gün başlangıcında aniden göğü kaplayan gri bulutlar, bir anda yağan yağmur, şiddetini artıran rüzgar, elektrik telleri…

oğlum inşallah büyüyecek, beraber beşiktaş maçları izleyeceğiz. olur da yine bir uçurtma kayarsa elimizden, ben oğluma ne diyeceğim? uçurtmamızın adı beşiktaş, ben ona mağlubiyet yolunda galip gelmeyi nasıl anlatacağım? göğsümdeki yumrunun en büyüğü budur…

Jokond

2 Mart 2011 Çarşamba

Bırakın Seviyorum

























Tribünlerde bayan taraftar görmeyi tabii ki her uygar futbol seyircisi gibi ben de istedim yıllar boyunca ama sadece tribünde görmek istedim. Bi sarışın kız şekli var, sanırım sonradan boyatılmayla elde ediliyor o sarışınlık. Sanki kuaförde saçını öyle yaptırınca, formayı, özellikle Fenerbahçe formasını zorla giydiriyorlarmış gibi bir sarışınlık bu anlattığım. Top taca çıktığında ve yahut bi oyuncu sakatlandığı zaman ekranda formalı sarışınımız endişeli bi yüz ifadesi ile belirir, kamera bir iki saniye formalı ya da joker şapkalı sarışınımızı gösterir ve biz de bakıp bu sarışına, "hmm güzel kızmış, futbol adına sevindirici bi gelişme" diye içimizden geçiririz. Binlerce çilekeş taraftarın formalı sarışınla olup olabilecek bütün ilişkisi budur. Bir iki saniye bakarız ve sonra unutup onu yeniden Galli teknik adamlarla, Karadeniz ekibiyle ya da sakatlığı geçen siyahîlerle ilgileniriz. Yattara'nın isminin geçtiği her espride ağız dolusu güler, gece hayatına düşkün futbolcular adına telaşlanırız. Bizler sıradan futbol izleyicileriyizdir.

Ben futbolla ve takımımla ilişkimi, yıllar önce Beşiktaş'a entelektüel akımı olduğu sıralarda tekrar gözden geçirdim. "Futbol ve edebiyat", "futbol ve sanat", "futbol ve şiir", "futbol ve sol" diye makaleler okuya okuya hiç gereği yokken camiamdan soğudum, tribünlere küstüm. Biliyorum Futbol'a düzgün izleyiciyi çekmek için amaçlanmış, iyi niyetli bir şeydi bu ama bende beklenen etkiyi yaratmadı be dostlarım. Ne yapayım, sevemedim. Bir türlü futbolla başka şeyleri yan yana yakıştıramadım... Ben futbolu bildiğim gibi seviyordum ki bir de ekstra anlam katmaya ne gerek vardı. Bir şeylerin tadını çıkarmak yerine, onu analiz edip, aşırı anlamlandırmaya başladığı anda masumiyetini yitirmeye başlıyor insan. Zaten binlerce erkek bir kadına ancak formalı sarışına yaklaştığımız kadar bir iki saniye yaklaşabiliyoruz, onlara gösteremediğimiz ya da göstermediğimiz en saf, en içten duyguyu takımlarımıza gösteriyoruz, bari bırakın da bildiğimiz gibi, olduğu gibi sevelim futbolu. Milyonlarca dolar verip Afrika'dan, Brezilya'dan adam getirtip sahalarda koşturuyoruz, kulüp başkanları pimaş gibi kalın puroları yakıp yakıp içiyor... Adnan Polat'ın, Yıldırım Demirören'in, Aziz başkanın yönettiği bir sektörle edebiyatı, sanatı ya da solculuğu nasıl yan yana getirmeyi başardınız ben gerçekten anlamadım. Ben bunun böyle bişey olduğunu, transfer sezonu diye bir şeyin olduğunu bilerek sevmiştim takımımı, öyle kabul etmiştim be abi. Belki çoğunuza göre alıngan ve gereksiz bir çıkış yapıyorum ama bana da hak verin azıcık. Futbol'u sadece futbol olduğu için sorgulamadan sevmiştim yıllar boyunca, şimdi biri çıkıp "futbol aslında sadece futbol değildir" dediği zaman seven bir insan olarak tabii ki alınganlık gösteririm.

Belki de düşündüğünüz gibi saçmalıyorumdur, zaten ilgim azalacaktı da, bu durumu bahane ediyorumdur ama sebebi ne olursa olsun yıllardır gereken ehemmiyeti vermedim camiama. Birkaç derbiyi o da televizyondan izleyip, ertesi gün yorumları minibüste başkasının omzundan okuyarak normal hayatıma devam ettim.
Bi gün kalkarsınız ve eski kız arkadaşınızın haftalardır aklınıza hiç gelmediğini fark edersiniz, "unutabilmişim" diye buruk bi şekilde sevinirsiniz. İşte Futbol'un aylardır hiç aklıma gelmediğini de o gün maç çıkışı trafiğe takılınca anladım. Dolmuştaki bir sürü insanla beraber yolda durmuş, trafiğin açılmasını beklerken biryandan da Dolmabahçe'nin önünde yürüyen taraftarları izliyordum. Birden O'nu gördüm. Sırtında "Mert Nobre" yazan bir formayla, sevgilisinin elinden tutmuş yürüyordu. İki kaybettiğim şey, futbol ve o, yani bütün geçmişim şimdi başkasının elinden tutmuş mutlu mesut ağaçlar altında yürüyordu. Geçmişimi elinde tutan adam ise ondan daha mutluydu, ellerini geçmişimin belinde gezdirerek gelecek planları yapıyordu belli ki. Belki de ciddi filan düşünmüyordur, sadece tadını çıkarıyordur, oynuyordur onla. Ayrılırken ne kadar "umarım hep mutlu olursun" dese de insan, yine de mutlu olmasını istemiyor. Biz yokken kahrolsun, mahvolsun, gün yüzü görmesin istiyor. Biz biri için geçmişte kalmışsak, mutluluk, güzel günler de bizle beraber geçmişte kalsın istiyoruz. Biz çok önemliyiz ya, biz yoksak hiçbir şey de olmasın istiyoruz.
Ama öyle olmamıştı. Futbol da, Beşiktaş da, O da ben yokken dur durak bilmemişti, doludizgin ilerlemişti. Beşiktaş benim gibi üçüncü şahısların ilgisine muhtaç olmayan büyük şanlı bir spor kulübüydü. Kartal, yoluna emin adımlarla ilerliyor, kupaları leblebi gibi topluyordu. Alt yapıdan yetişen yeni yetenekler ben olmasam bile hocadan tam not alıyordu. O da ben yokken seviniyor, üzülüyor, hatta bir başkası için ağlıyordu. Ne Beşiktaş'ın, ne O'nun, ne de hiçbir şeyin üzerinde zerre etkimin olmadığını o gün çok iyi anlamıştım. İnsan olarak şu dünyada yaptığımız tek şey bir şeylerin veya birilerinin yanında belli bi süre bulunmak ya da bulunmamak. Başka bir şey değil. Aslında hiçbir şeyi, hiç kimseyi etkileyemediğimiz gerçeğini nedense bir türlü kabul edemiyoruz. Hayat boyunca yaptığımız her şeyi anlamlandırmaya çalışıyoruz. Aslında sadece olması gereken oluyor, bize doğru veya yanlış gelmesi olmayacak anlamına gelmiyor ne yazık ki.
Zaten ilerlemeyen dolmuşta insanlar, sıcaktan ve beklemekten oldukça sıkılmış, oflayıp, pufluyordu. Ben ise gözlerimi O'na ve sevgilisine dikmiş izliyordum. Giderek gözden kaybolmak üzereydiler. Birden dolmuşun otomatik kapısı açıldı. Zaten geçmişimle hesaplaşmışım, şu an nerede olduğumu unutmuşum, kapı açılınca geldik zannedip atlamak için hamle yaptım. Tek ayağım kaldırıma basmışken dolmuş birden hareket etti. Tek ayağımla kaldırımda seke seke dolmuşla beraber hareket ederken şoförün "birader, inmiyoruz, inmiyoruz. Çok sıcak oldu diye açtım. İnmiyoruz" diye bana bağırdığını işittim. Bu andan itibaren minibüste kalamazdım. Bi şekilde inmem lazımdı. Kalırsam "demek bu dolmuşun geri zekâlısı da bu adammış" bakışlarına maruz kalacaktım yol boyunca. Zaten duygu dünyam karman çormandı, bir de bu baskıyı çekemezdim. Gittikçe hızlanan dolmuşun kapısından tuttuğum ellerimi bir anda bırakıp kendimi kaldırıma attım. Artık ne olacaksa olsundu. Biraz tökezledikten sonra düşmemek için minibüs istikametinde koşmaya başladım. Giden minibüsle belli bi istikamet boyunca bağıl hızda koşmaya başladım.

İnsanlar hiçbir zaman mutlak bir duyguyu sonuna kadar yaşamazlar. Yani çok aşık biri sevgilisini aldatabilir, ya da ayrıldığı için çok mutsuz biri bi arkadaşının anlattığı bir şeye çok gülebilir. Buna şaşırmamak gerekir. Hissedilen duygular anlıktır, bütün güne yayılmaz. Yayılsa zaten hayat çekilmez. Yayılmaması normaldir yani. İşte ben de dolmuşta bir yandan geçmişimle hesaplaşırken, br yandan da yanımdaki kızı ara ara kesip onla kısa vadeli gelecek planları kuruyordum. Ben minibüsün yanında koşarken minibüstekilerle beraber, sabahtan beri bakıştığım kız da bana şaşkınlıkla bakıyordu. Allahtan minibüs trafikte tekrar yavaşladı da üzerinde gelecek planları kurduğum kız geride kaldı. Yoksa gözden kaybolana kadar durmaya niyetim yoktu.
Koşuyordum. Geleceğimi geride bırakmış, anlamsızca, sadece gözden kaybolmak için koşuyordum. İlerde küçük bir taraftar grubu kümelenmiş mini bir kutlama yapıyorlardı kaldırımda. Üzerlerine doğru kendimi durduramadan koşuyordum. Sanki onlara doğru koşuyormuşum görüntüsü vermek için, ellerimi pençe gibi yapıp havaya kaldırarak, "kartal gol gol gol, kartal gol gol gol" diye bağırmaya başladım. Beni hemen bağırlarına bastılar. "Kim lan bu kutik durduk yere geldi" diye düşünmesinler diye pençe yapıp koşarak yükselttiğim tempoyu ayakta tutmak için hemen ardı sıra üçlüye başladım. Mini taraftar kitlesi coştukça coşuyor, gitgide büyüyordu. Yıllar sonra tekrar taraftarın göbeğindeydim, duyamıyorum dercesine şımarıkça elimi kulağıma götürüp daha çok bağırmalarını sağlıyordum. Biri hemen elime bira tutuşturdu, beni yüksek bi yere çıkardı ve boynuma bi atkı astı. Ne olduğunu anlamadan geçmişimin bir kısmıyla kucaklaşmıştım. Sonra O ve geleceğini planladığı çocuk geldi. O her formalı sarışın gibi çok güzeldi, çocuk ise çok mutlu. Ben tekrar geçmişimin göbeğinde durmuş bağırıyor, bağırtıyordum. Az önce üzerinde gelecek planları yaptığım kız ise gürültümüzden rahatsız olmuş ve korkmuş bir şekilde iskeleye doğru ilerliyordu. Elimi şımarıkça kulağıma götürdüm.

Umut Sarıkaya

18 Şubat 2011 Cuma

Sarı Melek değil Pac-Man



Beşiktaş Teknik Direktörü Bernd Schuster, Dinamo Kiev maçı sonrası kendisine gösterilen tepkilerle ilgili, ''Dışarıda yapılan bağrışmalar beni ilgilendirmiyor. Bundan rahatsızlık duyan varsa stada gelmesin, eve gitsin' dedi.

16 Ocak 2011 Pazar

Şişede Durduğu Gibi Durmuyor


http://www.ntvspor.net/haber/spor-toto-super-lig/31949/reali-barcayi-ve-besiktasi-konusuyorlar

Beşiktaş Kulübü Başkanı Yıldırım Demirören... konuşmasında, "Beşiktaşlılar artık ileriye umutlu, gururlu ve keyifle bakıyor. Beşiktaş artık Avrupa'yı düşünüyor. Atletico Madrid başkanı bugün bana İspanya'da Real Madrid, Barcelona ve Beşiktaş'ın konuşulduğunu söyledi" dedi. 

Sayın başkan, anlaşılan o ki, içki yasağına karşı protesto organizasyonu bağlamında öncü bir tavır içerisinde ve bunu; haddinden fazla içerek, adeta şişeleri midesine boşaltarak bize göstermekte. Olabilir, öyle de içebilir, kimse nasıl içtiğine karışamaz.

Yalnız ortada ciddi bir problem var ki, içtikten sonra demeç veriyor ve sayın başkan bunu sık yapıyor.

Kendisine hatırlatalım da şu görseldeki garabete dönüşmesin. Yazık olur. Hem ona, hem bize...

11 Ocak 2011 Salı

Kartal Belirsizliği

http://spor.milliyet.com.tr/-besiktas-kartalini-degistirsin-/spor/spordetay/11.01.2011/1337783/default.htm

Yukarıdaki linkte geçen haber şöyle:

Beşiktaş’ın simge olarak Şah Kartalı’nı kullanması gerektiğini söyleyen Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi İlhami Kiziroğlu, “Çünkü bizde beyaz kafalı kartal yok” dedi.

HACETTEPE Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlhami Kiziroğlu, Türkiye’deki yırtıcı kuş türlerinin önemli bir bölümünün neslinin tükenme tehditi altında olduğunu vurgulayarak, Beşiktaş’ın simge olarak Amerikan Kartalı yerine Şah Kartalı’nı kullanması gerektiğini söyledi.

Kiziroğlu, “Beşiktaş Kulübü’nün simgesi beyaz kafalı Amerikan Kartalı. Başkan Yıldırım Demirören bu simgeyi nesli tükenme tehdidi altında olan Şah Kartal’la değiştirsin. Bizde beyaz kafalı kartal yok, bizde Şah Kartal var. Bunu simge olarak kullansınlar” dedi.

Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın simgesinin de beyaz kafalı Amerikan Kartalı olduğunu ifade eden Kiziroğlu, “Hatalıydı ve onu değiştirdiler. Bütün yazışmalarda o vardı, şu anda bizim Şah Kartal var” diyerek Beşiktaş’ın simgesinin değiştirilmesini istedi.

NEDEN SİMGE KARTAL OLDU?

BEŞİKTAŞ 1940-1941 sezonunda haftalar ilerledikçe puan farkını açar. Bitime 5 hafta kala rakip Süleymaniye’dir. Beşiktaş farklı önde olmasına rağmen atak üstüne atak yapar. İşte o sıralarda tribününden bir ses yükselir, “Haydi hücum edin Kara Kartallar.” Siyah beyazlıların 6-0 kazandığı bu maçın ardından, Beşiktaş’ın sembolü Amerikan Kartalı olur.


Kartal Yuvası'nın websitesini ziyaret ettiğimizde sayın Kiziroğlu'nun ve gazetenin iddialarını doğrulayacak şu bannerı görmekteyiz. Bannerda bir Amerikan Kartalı illüstrasyonu görüyorsunuz:


Yanlış hatırlamıyorsam Beşiktaş TV de Amerikan Kartalı modellemesi içeren şöyle bir logo da kullanılmıştı:


Klübün resmi sitesinde ise Kara Kartallar efsanesi kapsamında şunlara yer verilmiş:

Son iki sezonun şampiyonu Beşiktaş, 1940-41 sezonuna gençleştirilmiş ve yenilenmiş kadrosuyla girer. Haftalar ilerledikçe puan farkını açan Beşiktaş, ligde liderliğini sürdürmektedir. Bitime 5 hafta kala rakip Süleymaniye’dir. 19 Ocak 1941 Pazar günü Semih Duransoy’un hakemliğini yaptığı Şeref Stadı’ndaki maça Beşiktaş şu kadro ile çıkar: Faruk, Yavuz, İbrahim, Rıfat, Halil, Hüseyin, Şakir, Hakkı, Şükrü, Şeref, Eşref. O sezon bütün maçlarda olduğu gibi, Takımımız yine muhteşem bir oyun ortaya koyar. Maçın ikinci yarısının ortalarıdır. Beşiktaş takımı farklı önde olmasına rağmen rakip kaleye bitmek tükenmek bilmeyen hücumlar gerçekleştirmektedir. İşte o sıralarda Beşiktaş’ın akın yönü olan Şeref Stadı’nın Atatürk panosu bulunan tarafındaki tribününden bir ses yükselir: “Haydi Kara Kartallar. Hücum edin Kara Kartallar”... Şeref Stadı’nı dolduran binlerce taraftar ve maçı takip eden gazeteciler, çınlayan sesle donup kalmıştır. Son derece isabetli bir benzetmedir o anda yapılan. O sezon rakiplerini ezip geçen Beşiktaşlı futbolcuları “Kara Kartal”dan, oynadıkları futbolu “Kara Kartal gibi hücum etmek”ten başka bir şekilde tarif etmek mümkün değildir. Tribünlerden gelen sesin sahibi Mehmet Galin isimli bir balıkçıdır.

Voleci Şeref lakabıyla maruf Şeref Görkey’in voleyle attığı 3 muhteşem gol ve kaptan Hakkı’nın, Şakir’in ve Şükrü’nün birer golüyle sahadan 6-0 galip ayrılırlar.

Bu maçın ardından, Beşiktaş’ın sembolü “Kara Kartallar” olmuştur.


Burada bir kartal türü tanımı yok. Bildiğim kadarıyla Kartal illüstrasyonunu içeren logo varyantı olarak aşağıdaki görsel kullanılıyor. Yapılış tarihini bilmemekle birlikte uzun süredir bildiğim bir görseldir:


Klübün resmi sitesinde Kartal Yuvası mağazalarının adreslerini içeren şöyle bir link var ve bu linkte açılan banner da şu şekilde:


2009-2010 baklava desenli formada kullanılan logo:


Gördüğünüz gibi aynı imaj farklı yerlerde kullanılıyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Çeşitli ürünlerde bu logo kullanılıyor.

Yüzüncü yıl logosu ise, hangi türe ait olduğu belli olmayan bir kartal illüstrasyonuna sahip:

 
Merak ediyorum:

1) "Kara Kartal"dan kasıt gerçekten Amerikan Kartalı mıdır? Değilse hangi kartal türüdür? Ben farkında değildim ama Beşiktaş'ın eski yönetimleri ve şimdiki yönetimi bu durumun ne kadar farkındaydı ve şu anki farkındalık düzeyleri nedir? Resmi sitede ve ürünlerdeki kartal illüstrasyonlu logo kimin eseridir? Hangi kartal türünden yola çıkılarak bu görsel ürün ortaya çıkarılmıştır? Açıkçası bu konuya dikkat edildiğini düşünmüyorum.


2) Yerellikten yola çıkılarak bir kimlik oluşturma gayesindeseniz, bu bağlamda bu coğrafyada yer alan bir kartal türünü sembol olarak kullanmak daha mantıklıdır. Eğer sayın Kiziroğlu'nun da ifade ettiği gibi gerçekten Şah Kartalı Türkiye'de tehdit altında olan bir tür ise, soyu tükenmekte olan bir canlıyı koruma kapsamında; "bilinçli taraftar" yetiştirmeyi, üniversiteler ile çeşitli konularda fikir alışverişine gitmeyi tüzüğünde kendine amaç olarak belirtmiş Beşiktaş, bu bağlamda böyle bir girişimde bulunabilir mi?

Fikrimce aslolan şey ortada net bir kurumsal kimlik tarifinin olmayışıdır.